16 Temmuz 2007 Pazartesi

Sayfa 1863

“O günü net olarak hatırlıyorum.

Uyandığımda kemiklerim odayı sarmalayan soğukluk nedeniyle kırılacak gibiydiler. Kırılmasalar bile çatlayacak olmaları ihtimalinden epeyce ürkmüştüm. Güneş henüz ortalıkta yoktu ve alacakaranlığın verdiği o gizem duygusuyla kendimi siyah bir düzlemdeki siyah bir nesneyle özdeşleştirmiştim. Ne tür bir nesne olduğum neye yaradığım hangi maddeden yapıldığımdan çok neden var olduğum önemliydi. Ve sanki var oluşum yokluğumda saklıydı. Hafifçe doğruldum. Sırtım uzun yolculuklar yapmış birinin konfor gözetmeden kendini üzerine salıverdiği yataklardan sıkılmıştı. Hiç yapmadığı şeyi yaptı, ağrıdı. Boynumdan belime dek inen sancılara aldırış etmeyi düşünmüyordum.

Cama baktım. Buğulanmıştı. Var olduğumu kainata kanıtlamak istercesine, varlığın önemsizliğinin kadim zamanlardan şimdiye kadar değişmediğini vurgulamak istercesine parmağımı kaldırıp cama iki kelimeyi adeta kazıdım: Belgrano Sokağı.

Güne alışmamın uzun süreceğini hissediyordum.

Kaldığım yerde oyalanmadım pek. İhtiyaçlarımı giderdikten hemen sonra sokağa attım bedenimi. Ona gitmek için daha vaktim vardı. Havanın kararmasını beklemeliydim. Herhangi bir ters durum günışığında ortaya çıkmamalıydı. Gece her şeyin örtüsüdür.

Şehrin altını üstüne getirmeyi esasen planlamamıştım. Ama olanlara karşı duramıyor insan. Yapmayı sevdiğin her şeyi belki de yapmaman gereken zamanlarda yapıyor olmanın çekiciliğindendir bu. Eski alışkanlık, neredeyse tüm eskicileri dolaştım. Beni korkutan onun da benimle aynı zevki paylaşarak buralarda dolaşıyor olması ihtimaliydi. Her ne kadar ihtimaller yaşamın gidişatını belirliyorsa da bu seferki gidişatı belirleyen ben olacaktım. En ufak bir sorunla karşı karşıya kalmam katettiğim mesafelerin kısalığını gösterecekti ve ben buna hazırlamamıştım kendimi.

Akşamüstüne doğru tüm dikkatimi toplayıp evine doğru seyirttim. Gözlerimde, burnumun yanlarında, çenemin kulaklarıma değdiği yerlerde endişelerim birikmişti. Sorular, tasarılar, boşa çıkabilecek hesaplamalar… Her şey matematiksel bir kesinlikle oturtulmuştu yeryüzüne. Belki de yeryüzünü beynim olarak algıladığım içindi bu yanılgım. Yanıldığımı zannetmiyordum.

Dördüncü kata çıkan merdivenlerle cebelleşirken aklımda sadece oynayacağım oyunun ayrıntıları ve soyunduğum tanrı rolünün komikliği dolanıyordu. Kapıyı heyecanla çaldım. Açıldığında izin istemeye gerek duymadan içeri dalmıştım. Karşımdaydı işte. İlgiyle bakıyordu. Kıyafetimin sıradanlığına takıldığını sanmıyorum ama gözden kaçırmadığını da adım gibi biliyorum.

Konuşmaya başladığımızda önceden tasarladığım her kelimeyi tek tek değiştirdiğimi ayrımsadım. Kendimden bağımsız sarfediyordum cümleleri. Nereli olduğum konusunda, ne iş yaptığım ya da nerelerde bulunduğum konusunda akla hayale gelmeyecek doğrudan sapmalar gösteriyordum. Onca farklı şeyi nasıl birbirine bağladığıma hala şaşarım. Söylediklerim konusunda ciddi olup olmadığımı sorsaydı ne cevap verirdim bilemiyorum ama sormamış olması kontrolsüz bir yalan tufanı içinde sürüklenmemi sağlamıştı. Bir ara “tanrı kontrolünü kaybeder mi” diye düşündüğümü hatırlıyorum, sonra da “tanrı kontrolünü kaybetmeseydi varolabilirmiydik?” sorusuna gülümsediğimi.

- Neden gülümsüyorsunuz?

Oturduğum iskemlede kıpırdanıp elimi ceketimin cebine soktum.

- Evren elinizin altında olsa ve onu asla değiştiremeyeceğinizi bilseniz ya da ona asla alışamayacağınızı, ne yapardınız? Bu soru beni hep gülümsetmeyi başarmıştır.

Henüz ona verdiğim kitabı açmamıştı. Üzerindeki işlemeleri, yazıları ve olası hayatları inceliyordu.

- Evren o kadar büyük ki soru sormaktansa gözlerini yummayı tercih ediyor insan.

Yüzünde meraklı insanın korkutucu bakışlarını taşıyordu. Onunla karşı karşıya olmak, görmeyi başka türlü de becereceğini bilerek yüzüne bakıp konuşmak dünyanın en ücra köşelerini binlerce kez ama her seferinde yeniden keşfetmek kadar zevk veriyordu bana.

- On dokuzuncu yüzyıldan kalmalı, dedi.

Cevabımın peşi sıra açtı kitabın kapağını.

Bu noktadan sonra olanları anlatabilecek denli usta bir kalem tanımıyorum, belki bir kaç kişi olabilirdi ama onlar da çok önceleri öldüler. Evren veya daha küçük birimiyle doğa ürettiği mükemmel ŞEYlerin arkasından hep aynı devinimle farklı mükemmellikler üretse de genellikle biz bunun ya farkında olmuyoruz ya da farkına vardığımızda geç kalmış oluyoruz. Belki de bu nedenle ölüm bizim için bu kadar özel ve anlamlı.

O önünde açık olan sayfayı incelerken ben “Buna iyi bakın. Bir daha göremeyeceksiniz”, dedim.

Önce anlamamıştı. Sayfalardaki gezintisini ilerlettikçe kaşları kalktı. Yüzünde meraklı insanların ürkmüş bakışlarını taşıyordu. Kitap, çekiciliğini kullanmıştı. Her şeyiyle önünde, avuçlarının arasında duruyordu. Ama ona ne sahip olacaktı ne de enginliğinden yararlanacaktı. Hep yapıldığı, hep yaptığımız gibi ondan korkacak ve elindekinin değerini, “gerçek değerini” ona verecek düzeyde bilenlerden olmasına rağmen endişeleri üstün çıkacak ve merakı sonsuza dek bastırılacaktı. Yine de kesinlikle emin olduğum söylenemez. Anlattıklarım yalnızca yapmasını umduğum şeylerdi. Benden öncekiler de ben de aynını yaşamıştık.

Kitap sonsuz sayıda sayfadan oluşuyordu ve sonsuzluk dikkate değer ölçüde büyüktü.

- Her seferinde yenisiyle karşılaşıyorsak nasıl varlığın son bulacağını düşünebiliriz. Kainat sürekli biçimde kendini yeniliyor ve işlerlik açısından yineliyorsa daha ne kadar öteye gidebiliriz. Bu aslında uyanıkken yaşadığımız, belki de yaşamayı tercih ettiğimiz bir karabasan. Gözlerimizi yummak bizi bu karabasandan kurtaracak mı sizce?

Endişeleri dudaklarının kenarında öylece bekliyordu. Soluk alıp vermenin dışında yaptığı tek şey kitabın o an açık olan sayfasına dokunmaktı. Asla tekrarlayamayacağı bir durumu, bir anı yaşıyordu. Mutlu mu olmalıydı yoksa üzülüp ağlamalı mı?

Toparlandığında benim oradan gitmemi şiddetle arzulayacağını, kitapla baş başa kalıp sonsuz bir yolculuğa çıkmayı kafasında kuracağını bildiğimden lafı uzatmayı gereksiz buldum. Önerdiği parayı ve kitabı tereddütsüz kabul ettim ve oradan, onun yanından mümkün olduğunca çabuk ayrıldım. Kitabıyla yalnız kalmasını, düşlediği her şeyi bulma ümidiyle başına oturup varlıkla yokluk arasında bocalamasını ben de onun kadar istiyordum.

Onu bir daha hiç görmeyecektim.

Sokağa indiğimde hava iyice kararmıştı. Saati merak ederek yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi bitirmiştim. Herhangi bir amaç bana çok uzak görünüyordu artık. Belki de kendimi toprak bir küp’ün içine kapatıp denizin maviliğine atmalıydım. Gözden, gözün görebileceğinden ötelere gitmeliydim. Ta ki biri beni bulana, varlığın ve yokluğun anlamını geri verene dek.

Karanlığın içinde yine kapkaranlık hissettim. Nesnelerin anlam kazanması için varolduklarından emin olmak mı gerekiyordu? Sokaktaki bir lamba titrediğinde sorularla boşa vakit geçirdiğimi düşünüyordum. Lamba bir şeyleri vurgulamak istedi ve karanlığı da sessizliğe sürükledi. Anlam aramaktan, anlam yüklemekten bıktığımın ayırdına varıyordum yavaş yavaş. Gözlerim açık mıydı yoksa kapalı mı? Sonsuzluktaki noktalardan herhangi biriydim, gerisinin önemi kalmamıştı.

Gözlerimi gerçekten kapadım. Yolun, gecenin ortasında kıvrılarak ilerlediğini hayal ediyordum.”

Hiç yorum yok: