16 Temmuz 2007 Pazartesi

Sayfa 3665

Uyandığımda birinin koltuk altı kokusu fena halde kaplamıştı odayı. Gözlerimi bir türlü açamıyordum. Kokudan mı yoksa korkudan mı olduğunu bilemeden dakikalarca karanlıkta kaldım. Aklımdan geçenler tıpkı şimdi kurduğum cümleler gibiydi; bağımsız ve bağlantısız.

Olduğum yerde doğruldum. Koku Okan’ındı ve hemen yanımda yatıyordu. Onun yanında da Elif. Selma ve Ece duvarın kenarına kıvrılmış, birbirlerinden güç alırcasına horluyorlardı. Pencerenin altında da –ki pencere, evimiz yarı bodrum olduğu için buradan çıkmak istiyorum dercesine tavana yakındı- Büyücü oturuyordu. Ona neden Büyücü dendiğini anlamamıştım haftalardır. Ölgün gözlerle dünyayı süzerken ben aslında yokum diyordu sanki. Bense onun bir hiç olduğunda ısrarcıydım. Kanım ısınamamıştı ona ama nedense onun en iyi anlaştığı bendim. Diğerleriyle asla birkaç kelimeden fazla konuşmazken benimle sabaha kadar çene yarıştırırdı. Sıkılırdım ama yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından kabullenirdim. İnsan aylardır uykusuzluk çekince kabul etmeyi çabuk öğreniyor.

Kafasını sağa sola oynatıp “bu sabahlar bizi öldürüyor” dedi.

Umursamadım. Çünkü arkasından uzun sürecek bir manalı konuşmanın geleceğini sezinliyordum. Beyhude! O konuşmaya başlarsa, özellikle de karşısında ben varsam bu kaçınılmazdır.

“Sanırım bir körlük yaşıyorum ve bu beni öldürüyor. Başka bir zaman olsa bunu önemsemeyebilirdim ama şimdi.. buna hiç hazır değilim.”

“Neden” diye sorma gafletinde bulundum. Aslında ağzımdan çıkan sesleri kontrol edemez durumdaydım. Suç benim sayılmazdı yani.

“Sana bi hikaye anlatayım” dedi.

Anlatma desem anlatmama ihtimali yüzde kaçtı ki? Yapacak daha iyi bir şeyin olup olmadığına baktım. Joint bitmişti. Yerde de bir sürü boş ilaç kutusu. Şişelere takıldı en son gözüm. Tekilanın dibindeki son yudumu saymazsak kurtuluş umudum adımın anlamsızlığından fazla değildi. Ayağa kalkıp yerdeki pislik içerisinde yer açtım kendime. Otururken vücudumdaki titremeyi fark ettim. O kadar uyuşturucudan sonra bu kadarı normaldi herhalde. Kafam boynumun üzerinde zor duruyor sol kolum da sık aralıklarla seyiriyordu. Hiç havamda değildim ama o başlamıştı anlatmaya.

“Hava soğuktu o gün. Aslına bakarsan hatırlamıyorum. Belki de soğuk değildi. Bunun bir önemi yok. Önemli olan onun ölümünün üzerinden altıbuçuk yıl geçtikten sonra şehrin orta yerindeki bir kafede karşıma dikilmesiydi. Aklım karışmıştı. Kapıdan içeri girdiğinde eskiden tanıdığım birini görmüş gibi olmuştum. Gerçi bu doğruydu. O eskiden tanıdığım biriydi ve ben oturduğum yerde şaşkınlıkla geniş yüzüne yerleştirdiği sırıtmasına bakıyordum. Ama insan kendini garip hissediyor. Düşünsene ölü bir adam karşında.

Şaşkınlığım yanımdaki güzel bayanın ilgisini çekmişti. Şimdi onun da adını hatırlamıyorum. İnsanın hatırlamadığı çok şey olabiliyor. Bir kadın da o hatırlayamamalara ek olarak kaydedilebilir. Neyse. Bana neden bu kadar şaşırdığımı sorduğunda verecek hiçbir cevabım yoktu. Ona ne demeliydim ki? ‘Şu arkadaş altıbuçuk yıl önce ölmüştü’ mü yoksa ‘eskiden tanıdığım ölü bir arkadaşı gördüm canım’ mı? Gözlerinin içine bakıp yalan da söyleyebilirdim. Eğer o bütün sevecenliği ve hızlı hareketleriyle bana yeterli vakti bırakmadan masamıza yaklaşmamış olsaydı. Eğer bana bunu yapmasaydı belki şimdi kendimi daha iyi hissedebilirdim. Eğer… Olmadı. Yanıma geldiğinde içimde tarifi pek etkili olamayacak bir soğukluk duyumsadım. Bu, bende havanın soğukluğu yanılsamasını yaratmış olabilir.

“Sevgili dostum!” diye bağırarak beni kolları arasına aldı. Sanırım bana yaklaştığında ayağa kalkmıştım. Yoksa kucaklaması zor olurdu. “Çok uzun zaman oldu” diye de devam etti. İlk farkına vardığım gözlerindeki bulanık bakışlardı. Korkudan kıçımdan akan terlere inat bir şeyler geveledim. Oysa bana aldırmadan kafasını çevirip “Kusura bakmayın güzel bayan, bir anda masanıza atladım fakat sevgili dostum ve ben uzun zamandır ayrıyız. Onu burada görmek beni çok heyecanlandırdı. İzninizle kendimi tanıtayım.” dedi. Elini uzatan kadının elini büyük bir ustalık ve onda hiç görmediğim bir nezaketle öptü: “Adım Spade, Sam Spade”

Birileri bereket versin ki kadıncağız sinema veya edebiyatla ilgili değildi de Sam Spade adını duyunca şaşırmadı. Bense kıçımdaki terlerin vıcık vıcıklığına rağmen gülümseyebildim. Sanırım o kadından ayrılma sebeplerimden en önemlisi sadece güzelliğiydi. Başka bir numarası yoktu. İnsan böyle bir kadınla ne kadar yol kat edebilir ki?

Spade ki bunu üstüne basarak söylediğimi farz edebilirsin teklifsizce oturdu. Ardı ardına kurduğu karmaşık tümcelerle kafamı çatlatırcasına doldurdu. Sırf meraktan sormak istediğim bir soruya acele yanıt bulmak niyetindeydim. Konuştukça konuştu. Hiç durmayacaktı. Bir müdahale gerekliydi. Cesaret edemedim. Edemezdim de. Düşünsene altı buçuk yıl. Bunca zaman ölü olduğunu bildiğin birine nasıl müdahale edersin?

Saatlerce sürdüğünü zannettiğim sohbetimiz kadının gitmek zorunda olduğunu belirtmesiyle nihayete erdi. Hay allah! Kadın dedikçe kendi kendime tuhaf geliyorum. Keşke adını hatırlayabilseydim. Aman canım hatırlasam ne olur ki? Alt tarafı hayatımdan geçip giden biriydi.

Yalnız kaldığımızda Spade, ki artık gerçek adı konusunda hiçbir fikrim yoktu, sustu. Dakikalarca sustu. Susmakla kalmayıp tüm diğer ifade ediş biçimleri haklarında da feragat etti. Ben endişeyle onu süzüyordum. Zaten sırf bu yüzden bana ‘endişeliadam’ lakabını taktı. Haftalar sonra o anı anımsadığımızda kasıklarımız çatlayana dek gülmüştük. Aslında ben ağlamıştım ama o aşırı gülmenin sonuçlarından biri gibi görmüş olmalı bunu. En azından ben öyle umuyorum. Çünkü neden ağladığımı sorsaydı verecek cevabım yoktu. Ona yalan da söyleyemezdim.

Sessizliği bozan Spade oldu. Bana kısaca hikayesini anlattı. Ölmemişti. Bir tür katalepsi yaşamış ve biz onu, dediğine göre, büyük bir keyifle toprağın altına saklamıştık. Toprakla ne kadar bir süre yakınlaştığını tam olarak bilmiyor ama tahminimce altı saatten fazla olmamalı. Bir insan, bu Spade bile olsa, daha fazla canlı kalamazdı. Katalepsiyle en büyük yakınlığım Poe’nun öyküleriyle sınırlıdır ama altı saat makul görünüyor. İşin komik yanı toprağı elleriyle yararak çıktıktan hemen sonra bir tür satori yani aydınlanma yaşamış. O hızla kendini yollara vurmuş. Önce Floransa’ya ardından sırasıyla Roma, Paris, Viyana, Kudüs, Umtata, Kiev, Manaus, Bogota, Asuncion, Punta Arenas, Antananarivo, Nha Trang, Jaffna, Ulsan ve Bombay’a gitmiş. Ben bahsettiği yerlerin bazılarını haritada bulmakta zorlanırken o ne tür bir inançla o şehirleri buldu bilemiyorum. Ama öyle ya da böyle bulmuş. Dediğine göre de bu yolculuk ona çok şey katmış. Kendinden alıp götürdüklerini de bir tür hediye olarak kabul etmiş. Anlattıklarının bir kelimesine dahi inanmadım tabi. Her ne kadar onu görmediğim süre zarfında tüm bunları yapabilme şansına erişmiş olması ihtimali gözümden kaçmasa da benim yapmak isteyip de yapamadığımı gerçekleştirmesi sinirimi bozmuş olacak ki ona inanmadım. Keşke ona bunları ilk anlattığında inansaydım. Başıma bunca iş gelmezdi.

Şimdi durup bir düşün!. Adam, biz ona Spade diyelim, ölüyor, gömüldüğü mezardan altı saat sonra çıkıyor, kendini ve anlamını fark ediyor, vakit kaybetmeksizin yollara düşüyor ve altı buçuk yıl aradan sonra karşıma dikiliyor. Biliyorum, hiç de mantıklı değil. Fakat sen bunu bir de ona anlatmayı dene. Ben sana söyleyeyim, hiç deneme. Bu hataya düştüm, düştüğüme de pişman oldum. Merak edersen eğer bu hikayeyi daha sonra anlatırım, belki.

Sözünü bitirdiğinde yüzüne nasıl bakıyorduysam bana “Ne oldu?” diye sordu. Elimle yok bir şey gibisinden bir hareket yaptım. Sadece “İyi” dedi. Arkamı dönüp garsonu çağırdım. Bloody Mary istedim. Genç çocuk kafede içki servisi yapılmadığını belirtti. Ben de koyu, şekersiz bir kahve istedim. Bloody Mary’nin yerini tutacağını düşünmüştüm. Kahve gelene kadar hatta kahveden bir yudum alıncaya dek olarak düzeltelim biz onu, konuşmadım. Anlattıklarının üzerine kafein bende ani bir sarsıntıya yol açmış olmalı ki “E ne bok yemeye döndün?” dedim. Hata yaptığımı fark etmiştim. Çok geçti. Masada bana fırlatacağı bir şeyler var mı diye baktım, yoktu. Yüzüne çevirdim gözlerimi. Kaşları çatılmış şekilde düşünceli görünüyordu.

“Önemli bazı konular ve bulmamız gereken bazı şeyler var. İvedi davranmamız gerekecek. Sana kısaca durumu anlatayım. Yalnız beni iyi dinlemelisin. Tekrarlarla uğraşacak kadar dahi vaktimiz yok.”

Sözünü kestim. “Neden ben?”

Şaşırma sırası ondaydı. Onu o kapıdan ilk girdiğinde büründüğüm görüntü karşımdaydı. İntikamın keyfinden, üstte olmanın verdiği gururdan büyülenmiştim.

“Sen… güvenebileceğim tek kişisin.”

İntikam mı beraberinde nefreti getirir yoksa intikamı besleyen nefret midir? Utanmıştım. Rengimin baştan ayağa değiştiğini duyumsuyordum. Sıkıntı bastı. Terlemem birden durdu. Buz küpleriyle çevrelenmiştim. Çığlığım boğazıma takıldı. Yüzüme dökülen saçlarım canımı acıtıyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiş parmaklarımı kırmaya çabalıyordum. Kesik kesik nefes alıp, mümkün olduğunca az ses çıkarmaya uğraşıyordum. Aklıma takılan eski bir şarkının sözlerine tutunup kaçmak istedim. Utanmıştım işte.

“Anlat” diyebildim sadece.

“Burada olmaz. Daha sakin bir yer bulmalıyız. Anlatacaklarım seninle benim sırrımız olacak. Başka kulaklara ihtiyacımız yok. Bildiğin güvenli bir yer var mı?”

Hesabı ödeyip kafeden ağır adımlarla çıktık. Kant felsefesindeki sentetik hükümlerden, silikon vadisindeki gelişmelerden, çiçek polenleri vasıtasıyla sinir gazı taşınıp taşınamayacağından ve Van Gogh’un eski kulağı kesiklerden olması üzerine yaptığımız bir dolu anlamsız sohbet bizi evimin kapısına varana dek idare etti. İkimiz de sıkılmamıştık sohbetimizden. Ne de olsa altı buçuk yıl geçmişti aradan. Yavaş yavaş onun eksikliğini yaşamış olduğumu görüyordum. Özlemiştim onu. Kollarımda öldüğü günden bu yana başka biriyle böylesi anlamsız ve keyifli konuşamamıştım.

Apartmanın önünde durdu aniden. Dudaklarını büzüştürdü. “Evde içecek ne var?”

Eskiden de böyleydi. Kafası hızlı çalışır, aynı anda bin bir farklı tilkiyle oynaşırdı.

“Sanırım sadece su var.” dedim. Birden gözlerinin içi parladı. Ağzını kulaklarına varırcasına açtı. “Bu iyi.” dedi. Her zamanki gibi anlamamıştım. Ama o beni anlamıştı. “Yani dikkatimizi dağıtacak bir şey yok evde.”

Omzuna dokunup hafifçe içeri ittim. Merdivenleri tırmanırken onu tekmelemek geçiyordu içimden. Küfürler savurup kafasını kaldırım taşlarına vurmak. Gerçekten özlemiştim onu.

Ev, evim berbat bir şekilde kokuyordu. Emin ol, Okan bile bu kadar kötü kokmuyor. Rutubet, alkol, sigara ve sıkıntı karışımı. Hiç aldırış etmedi buna. Salona geçip pikabın başında durdu. Göz ucuyla plakları karıştırıyordu. Bilir beni. Plaklarıma ne kadar az dokunulursa ben o kadar çok mutlu olurum. Birçok arkadaşım –ki o zamanlar arkadaşlarım vardı, şimdiki gibi değildi yani- onlara dokunmaz bile. Dinlemeyi arzuladıkları neyse bana söylerler, ben de onlar için çalarım. Ama o farklıydı. Onlara benim gibi bakabilen tek kişiydi. Anlamlandıramadığım bir hızla elini rafa uzatıp bir plak çekti ve neredeyse aynı hızla pikaba yerleştirdi. Endişelenmedim diyemeyeceğim. Bir an içim gitmişti; düşecek veya rafa çarpıp kırılacak diye. Neyseki dikkatli biridir.

Müzik başladığında gülümsedim. O, şarkıya eşlik ediyordu: “Is there anybody going to listen to my story all about the girl who came to stay”. Beatles eski hastalığımızdır. Gerçi birçok kişinin öyledir. Ama bizim için farklı bir anlamı vardır. Tanıştığımız gün gökten bir Beatles plağı düşmüştü. Ciddiyim. Arka sokaklardan birinde yürürken bir kadın çığlık çığlığa balkonundan Help albümünü atmıştı sokağa. Önce kadının şifreli olarak yardım istediğini düşünmüştük fakat şu söylediklerini duyunca bunun bir sevgili kavgasının sonlanmasına işaret ettiğini anlamıştık: “Beatles kadar bok düşsün kafana!” Güzel bir başlangıçtı bizim için.

“Başla artık anlatmaya” dedim fütursuzca. Şarkıya devam etti. Benimle hiç ilgilenmiyordu. Gözleri kapalı, ayağında ritim. Şarkı bittiğinde “Beatles için her zaman vakit vardır” dedi. Neredeyse ağlayacaktım. Başını avuçları arasına alarak oturdu. Ayalarıyla yüzüne ilginç bir masaj yapıyordu. Belli ki kendine gelmeye çalışıyor dedim fısıltıyla. Birkaç dakikanın ardından anlatmaya başladı. Hikayesinin içeriğini şimdi burada sana anlatmama gerek yok. Aslına bakarsan çok da önemli değil. İlginç olan kısmı anlattıklarında Borges’in izlerinin olmasıydı. Öylesi bize ait bir hikayeydi ki başlangıçta onu gömdüğümüz günden bahsediyor zannetmiştim. Hikayesinin devamı geldiğinde aynı gün içinde ikinci bir eski dostla, farklı bir şekilde karşılaşmanın sıcak hüznünü yaşıyordum. Az daha devam etseydi sulu gözlüğüm tutacaktı yine. Söyleyecek söz kalmamıştı. “Borges seninle gurur duyardı” diyebildim.

Somurtarak baktı. “Yok yahu, olsa olsa ‘çük kafalı japon askeri’ derdi.”

Gülmeye başladım. O benden çok gülüyordu. Tıpkı Cingöz Recai’deki Ayhan Işık gibi, haykırırcasına. Ne kadar bir süre güldüğümüzü bilemiyorum. Durulduğumuzda neye güldüğümüzü bile unutmuştum ben. Hala Beatles çalıyordu, evin kokusu da aynıydı.

Durdum ve “Bi bok anlamadım” dedim. İkinci bir kahkaha tufanı kopması ihtimaline hazırlamıştım kendimi ama olmadı. Hemen konuya girmek niyetindeydi. Koltuğa yerleşmesi, mimikleri, soluk alıp verişi belli ediyordu. İster istemez toparlandım. Tüm ciddiyetimle onu dinlemeye hazırdım. Ne çıkacağını merak ediyordum. Aklım hikayesine takılmıştı ve o bekleyiş anlarında hikayeye bağlayabileceği konuları düşünüyordum. Tanıdığım adam herhangi bir şeyi buna bağlayabilirdi. Bu yüzden de boşa çaba sarf ediyordum. Bilmeme rağmen gene de tahmin yürütmekten geri duramıyordum.

“Şimdi üzerinde bulunduğumuz şehir...” diye başladı konuşmaya. Bir an onun palyaço kılığına girmiş bir öğretmen olduğu fikrine kapılmıştım. Neyse ki uzun sürmedi. “…gizemler barındıran, onlarla var olan bir şehir. Her zaman gözden kaçan, başka önemli şehirler yüzünden pek aldırış edilmeyen, unutulduğu için haksızlığa uğrayan bir şehir.” Hak vermiştim bu dediğine, benim fikrim koca şehir için ne kadar önemliyse. “Yolculuklarım sırasında bir şeyi fark ettim. Bu şehir ya dünyanın merkezi ya da ondan daha önemli. Aslında tam olarak ne olduğunu bildiğimi düşünüyorum ama bunu sana açıklamak için henüz vakit var. Önce düşüncemden emin olmalıyım. Bunun için de yardımına ihtiyacım. Lütfen bunu basit bir gizem araştırması olarak düşünme. Bu çok daha derin. İçeriye ve belki aşağıya inmekle alakalı. Kendi dehlizlerimize. Korkularımıza yapacağımız bir tür yolculuk. Sonuçta bulacağımız şey yine kendimiz olacağız, bunu da biliyorum. Ama denemeliyiz. Emin olmalıyız. “ Sözü burada bıraktı. İştahla bana bakıyordu. Afrika’da bulunmuş olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Hatırla dedim kendime. “Tam da bununla alakalı işte” dedi. “Hatırlamak, bilmek ve olmakla.”

Şok geçiriyordum. Aklımı okuyordu.

Bayılmışım. Kendime geldiğimde korkudan titriyordum. Yanımda oturmuş buğulu gözleriyle bakıyordu. Elimi tuttu. Dokunuşu çok yumuşaktı. Kendimi güvende hissettim. Sorularla boğuşurken güvende olmak insanı kendine getiriyor. Oda üstüme kapanıyordu ama rahattım. Sıcaklığı bana güç veriyordu. Doğrulmak istedim, izin vermedi. Zaten kalkacak durumda da değilmişim. Yaptığım küçük bir hareket beni oldukça yormuştu. Konuşmaya çabalamanın da anlam ifade etmeyeceğini biliyordum. Bilmek! Bir yanılsama mı? Peki ya anlam?

Kaldık öylece. Bana binyıllar gibi gelmişti. Midem bulanıyordu. Hala korkuyordum.

“Böyle etkileneceğini düşünmemiştim” dedi içime bakarak

“Ben senin aklını okusaydım sen nasıl olurdun?”

“Aklını okumak mı? Ne yani aklını okuduğumu mu zannettin?”

Gene anlamamıştım. Tesadüf müydü bu? “Kapatalım bu konuyu ama bana şunu söyle, insanların aklını okuyabiliyor musun?”

Güldü. “İnan bunu çok isterdim.” Durdu bir süre. “Yani şimdi sen anlattıklarımdan değil de aklını okuduğumu düşündüğünden mi bayıldın?”

Başımı sallamakla yetindim. Komik bir durumdaydım. Ama altı buçuk yıl ölü olduğunu bildiğin biri karşına dikilse ve senin düşündüğün son şeyi dillendirse sen ne düşünürdün?

“Şimdi uyu, yarın devam ederiz.” Akşamın son sözleriydi bunlar.”

Bu noktada Büyücü derin bi nefes aldı. O an hikayesi boyunca soluklarını duymadığımı anımsadım. Bu pek de doğru gelmedi doğal olarak. Şöyle kabullenebilirdim; anlamsız bir hikayenin sıkıcılığı o an oradaki her şeyle bağlantımı koparmıştı. Ama değildi. İlk defa bu kadar odaklanmıştım bir şeye. Şey mi? Ne diyorum ben?

“Sonra ne oldu” diye sordum.

Bir sigara yaktı ve esnedi. Gece boyunca uyumamış olduğunu anladım. Bir tür koruma içgüdüsüyle şehrin karanlığa gömüldüğü saatler boyunca başımızda nöbet tutmuştu. Hoşuma gitti tabi ki. Korunduğumu hissetmek bana güven veriyordu. Bu güven ne zamandır yoktu bende. Ağzından çıkardığı duman parçacıklarıyla ismini havaya yazdığını zannettiğim sırada sessizliğini bozdu.

“Bilmiyorum. Ama emin ol öğrenmek isterdim devamını.”

Anlamamıştım. “Nasıl yani?”

“Onu o günden sonra bir daha hiç görmedim.” Araya çıtırtılı bir duman boşluğu koyduktan sonra “Yani Spade’i” dedi. “Gün ışıdığında o yine yanımdaydı ama bana kendini bu kez Neal Cassady olarak tanıttı. Ve inan akşamla ilgili hatırladığı hiçbir şey yoktu.”

Tam konuyla ilintili kafamda biriken soruları sormaya başlayacaktım ki Ece uyandı. Büyücü eliyle bana sus işareti yapıyordu aynı anda. Boşlukta asılı kalmaya benzer bir duyguyla zaman ağır ağır akıyordu. Ece olduğu yerde doğruluyor, Büyücü dudaklarını dik kesen parmağını yer çekimine emanet ediyordu. Bense ikisi arasında gözlerimi paralıyordum. Discovery Channel’da ağaçtan ağaca atlayan yılanın slow motion görüntüleri gibiydi zaman. An bittiğinde Büyücü “Daha sonra vaktimiz olursa konuşuruz” dedi.

O vakit ancak haftalar sonra geldi. Biz oraya gelene dek ise hayatımızda oldukça köklü değişiklikler yaşanmıştı. Ece’yle birlikte olan Selma onu terkedip Okan’a yani eski sevgilisine döndü. Okan bunu rahatlıkla kabullenirken Elif –ki Okan’ın sevgilisiydi- poligamik bir ilişkiye hazır olmadığını söyleyerek teselliyi kokainde aradı. Kokain stoklarımız tükendiğinde eroin mi yoksa LSD mi kullansam sorusunu bana sordu. Ben de eline yarım poşet dolusu ot tutuşturdum. Ama boru otunu kaynatıp içeceğini söylemeyi unutmuşum ve ceza olarak bir hafta boyunca yataktan çıkmadık. İnanılmaz güzel iç çamaşırlarıyla bir hafta geçirmek bana iyi gelmişti. Takıntılı ve fetişist biriyimdir. Sanırım bu yüzden insanlar bana istediklerini hemen yaptırabiliyorlar. Yalnız onca iç çamaşırı arasında Elif’i hiç hatırlamıyorum. O da bunun farkına varmış olmalı ki bir haftanın sonunda joint bulmaya çıktığımda vakit geçirmeden Ece’yi almıştı yatağa. Kapıdan girdiğimde oldukça erotik bir pozisyondaydılar ve onları izlemekten kendimi alamadım. Fark ettiklerinde beni de çağırdılar aralarına ama hiç halim yoktu. Açıkçası joint daha çekici gelmişti. Şimdi düşündüğümde teklifi geri çevirdiğim için hayıflanıyorum. Zira o jointten sonra takıntılarım had safhaya çıktı ve ben artık her şeyi sayıyorum. Otobüsle giderken yoldaki elektrik direklerini, bekleme odalarındaki çizgili camların çizgilerini, halının işlemesindeki minik figürleri ve daha birçok şeyi. Gerçi o jointi kullanmasaydım da sayacaktım her şeyi ama ben bunu milat olarak almayı tercih ediyorum. Hani hep yaparız ya, suçu başkasına atma durumu yani. Doktorum da benimle bu konuda hemfikir. Tutturmuş bir obsesif kompulsif bozukluk lafı. Neymiş? Topluluk içinde sıkıntılarımı bu şekilde ifade ediyormuşum veya sıkıntılarım beni bu şekilde bir kaçışa yöneltiyormuş. Doğrudur belki ama kimin umurunda?

Neyse hayatımız değişti dedim ya bunlar en küçük değişikliklerdi. Evden ayrılmaya karar verdik. Bu bizim için büyük bir adım, insanlık pek umursamasa da. O lanet olasıca yarı bodrum bizi neredeyse öldürecek durumda. Bir şekilde içeriyi su basmış ve biz nemden kolumuzu kaldıramıyoruz içeride. Her yerimizde garip kabarcıklar ve yaralar çıktı. Bir ara Okan bu kabarcıkların frengi olduğunu iddia etse de insanın kulaklarının arkasında bile frengi çıkacağına ihtimal vermediğimizden onu ciddiye almadık yine. Zaten onu ciddiye aldığım bir zamanı da hiç hatırlamıyorum. Okan’ın sivri fikirleri yetmezmiş gibi bir de evin içinde türlü böcekler peydah oldu. Renk renk, çeşitli boylarda küçücük yaratıklar. İnsan uyuştuktan sonra önemsemiyor bunu ama sabah kendine geldiğinde kötü oluyorsun. Bir sabah yüzümde kocaman kıllı bacaklarıyla yürüyen bir örümceğe rastladım. İletişim kurmaya çabaladıysam da beni pek önemsemedi. İnsanların beni önemsememesi en büyük korkum. Bereket versin o insan değildi.

Yaşadığımız başka değişiklik hepimizin okuldan atılmasıydı. Buna da hazırlıklıydık. Ben Felsefe’ye kaydoldum. Diğerleri de ilgilerini hiç çekmeyen başka bölümlere. Hepimiz durumdan mutluyduk. Unutmadan, Elif bir gün elinde bir sürü kitapla geldi ve artık çeviri yaparak para kazanacağımızı söyledi. Biz de içten gelen heyecanla oturduk kitapların başına. Kızlar İngilizceden, Okan ise İtalyancadan çeviriyordu. Bana da şimdi hatırlamadığım Latince bir metin vermişlerdi. O işten epey para kazandık. Paranın büyük kısmını yeni ev için ayırırken kalanını da yiyecek, içecek ve uyuşturacak şeyler için harcadık. Dönem içerisinde en sevdiğimiz keyif verici madde Ece’nin blues ustalarına saygı mahiyetinde T-Bone adını taktığı şimdi burada ismini zikredemeyeceğim bir kas gevşeticiydi. Pink Floyd’un Animals’ını, Tangerine Dream’den Alpha Centauri’yi veya Van Der Graaf Generator’ün The Least We Can Do Is Wave To Each Other albümünü takıp saatlerce dinleyip resimler yapıyorduk.

Ah, bu arada Büyücü bizden uzaktaydı. Yokluğunu fark etmemiş olsak da bir tür eksiklik hissediyorduk. Tatile çıkıyorum deyip yanına değil çanta cüzdanını bile almadan gitmişti. Döndüğünde bizden kalan çok şey de yoktu.

İlk sözü “Yarım kalmış bir hikayemiz var” oldu.

Ben dinlemeye istekliydim, o da anlatmaya. Denizin kıyısına indik sabahın köründe. Sırf moral olsun diye pantolon paçalarımızı sıyırıp ayakkabı ve çorapları çıkardık. Ayaklarımız suya değemese de biz huzurluyduk. Hikayesi devam etti, kaldığı yerden başlamayarak.

“Herhangi bir yerle bambaşka herhangi bir yer arasındaki koyu gri asfaltın paralelinde, üç metre kadar açıkta çınar ağacına bindirmiş 57 model Chevrolet Bel-Air’ın içindeki dört kişi –ki bunlardan sürücü olanı yani Cassady aldığı darbenin etkisiyle baygındı- olan bizler neden orada olduğumuza dair hiçbir fikre sahip değildik. Ayrıca hiçbirimiz –Cassady hariç, bildiğin üzere o baygın- çınar ağacının bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde ne işi olduğunu da bilemiyorduk.

Cassady’nin yanında yani oturmam gereken yerde oturan ben sinirden titreyerek kapıyı açarken bağırıyordum: “Lanet olsun! Ne oldu bize!” Benden hemen sonra arka koltukta oturanlardan biri olan Tesisatçı dışarı fırladı. Sağa sola bakınıp olduğu yerde yığıldı, kaldı. Tesisatçının yanında kim oturuyorduysa, zira ben artık hatırlamıyorum, önce Cassady’e sonra bana ve en son olarak da Tesisatçının garip durumuna boş gözlerle baktı. Günlük bir gazetenin politika haberleri sayfasını inceler gibiydi. O an hakkında son hatırladığım ben bayılmak üzereyken onun benden önce başının koltuğa düştüğünü görüşümdü.”

Bu noktada hep yaptığı üzere derin soluklu bir ara verdi Büyücü. Denizin üzerindeki çöpleri inceliyordu. Bir martı geçti üzerimizden sessizce. Onun suskunluğu boyunca birçok şey gelip geçti aklımdan. Madagascar’daki Lemurlar, evi taşıyıp taşıyamayacağımız, paranın ne kadar süre bize yeteceği, mutfaktaki mavi varilin altına sakladığım joint’in durup durmadığı, fabrikadan halka satış yapılan yerlerde gerçekten halka satışı mı yapıldığı benzeri bir sürü günlük düşünceler. Sanırım bu kez anlattığı öykü ilgimi çekmemişti veya anlatmak istediği önemli konuya henüz gelmemişti de ben sabırsızlık ediyordum. Cebinden bir kutu çıkardığını gördüm. Siyah deri kaplı bir kutuydu. Kutuya hiç bakmadan dakikalarca evirip çevirdi sol eliyle. Merakımın üzün soluklu olmayacağını biliyordum. Az sonra kutunun içindekini bana göstermesi gerekliydi. Yapmadı. Ben kendi içimde çılgınlığa kapıldıkça o sanki kutuyu benden uzaklara fırlatacakmışçasına keyifle gülümsüyordu.

“Ne var o kutuda?” diye sorma cesaretini gösterdim dakikalar sonunda. Derin bir of çekti. Boynunu öne arkaya oynattı. Kutuyu bana doğru uzatırken “Merak en büyük beladır” dedi. Bunu biliyorum tabi ki. Ama ben sadece merak ettim, hepsi bu.

Kutuyu elime tutuşturduğunda sakin olmamı öğütlüyordu. İçinde onun adına gerçekten değerli olan bir hazinenin varlığından bahis açtı. Tek derdim kutuyu açmaktı. İçinde ne olduğunu görürsem rahatlayacaktım ve içinde ne varsa beni hiç ilgilendirmiyordu. Ben öyle sanıyordum. Çünkü kutunun kapağını hafifçe aralayınca beynimin havaya uçacakmışçasına zonkladığını duyumsadım. Çok güzel, masmavi bir göz bana bakıyordu kutunun aralığından. Kapağı hiddetle kapattım.

“Sana söylemiştim” dedi.

“Bana hiçbir şey söylemedin” dedim. “Tek söylediğin merakın en büyük bela olduğuydu. Bu bu bela değil, bu başka bir şey, bu çılgınlık, bu nefret, bu mide bulantısı. Bu bela değil dostum, bu tam anlamıyla dehşet.”

Kutunun kapağını kapatmıştım. Elimde daha fazla kalmasını istemediğimden ona vermeye çalışıyordum iğrenerek. Oysa almayacakmış pozları takınmıştı. Suratının ortasına sert bir yumruk savurmak istiyordum. Kanım çekilmiş, midem alt üst olmuştu. Kusmak çözüm olsaydı her yere çıkaracaktım içimdekileri. Saatlerce koşabilirdim bu korkuyla. Arkama bile bakmadan yüzlerce kilometre öteye atabilirdim kendimi. Elini sakince uzatıp aldı sonunda kutuyu elimden. Terliyordum durmaksızın. Ecel terleri gibiydi üzerime yapışan ıslaklık.

“Bu benim gözüm” dedi.

Onca sıkıntının arasında kahkahayı koy verecektim neredeyse. Adam gözünü siyah deri kaplı bir kutuya koymuş ama bir yandan da iki gözüyle bana bakıyor. “Saçmalıyorsun” dedim.

“Öyle mi?”

“Evet, öyle.”

“Bu benim üçüncü gözüm” dedi.

“Hmm” demekle yetindim.

“Demeye çalıştığım şu; İnsan bazen kendini kaybedebiliyor. Yerin ya da zamanın önemi yok. Geriye dönüp baktığında avuçlarının içinde hiçbir şey kalmadığını görüyorsun. Ne büyük bir yalnızlıktır bu bilir misin? Ben söyleyeyim, bilemezsin. İçtiğin o kadar uyuşturucuya rağmen bir kez olsun kendini kaybetmediğini biliyorum. Hatıraların var senin, anıların. Geçmişinden bilip de anlatabildiğin, başka insanlarla tanıştırabildiğin insanlar var. Ailen var. Ellerinin arasından damlasalar da aslında çoğu avuçlarına yapışmış bir hayatın var. Kaybedecek çok şeyin var.” Dedi öfkeyle bağırarak. Martılar bile ürkmüştü sesinden. Bense tir tir titriyordum. Söyledikleri o an bende karşılık bulmamıştı ama o son çıkışı beni alaşağı etmişti.

“Benim hiçbir şeyim yok” diye devam etti.” Sana anlattığım her şey aslında birer hikayeden ibaret. Anılarım yok, arkadaşlarım yok, ağacından şeftali çaldığım bahçeler yok. Anlattıklarımın hepsi asla var olmamış şeyler. Gerçeğin ötesinde. Benim bir belleğim yok. Benim hiçbir şeyim yok. Artık ben bile yokum.”

“Dur bir dakika. Bugüne değin bana anlattığın hiçbir şey gerçek değil miydi demek istiyorsun?”

“Sana aslında benim bile var olmadığımı söylemeye çalışıyorum” dedi. Dedi ama ben dediklerinden bir şeyler anlayacak bir tip değilim. O nedenle de kafam çok başka yerlerdeydi. Ayağa kalktım. Üzerimi başımı toplayıp şöyle bir silkelendim. Sakinleşmeye çalıştığımın farkındaydım. Titremem geçiyordu.

“Eve gidiyorum ben” dedim.

Arkamı dönüp uzaklaşmaya başladığımda seslendi. “Yakında sen de benim gibi olacaksın. Gidecek bir yerin kalmayacak!”

Sözleri ilgimi çekmiyordu artık.

Hiç yorum yok: