16 Temmuz 2007 Pazartesi

Sayfa 789

Karamsarlık gibi kötü alışkanlığın varsa eğer yapabileceğin en sıkıntı verici şey her sabah gözlerini açmaktır. Gecenin durgunluğu bir anda silinir ve kendini çılgınlığın ortasında takıntılarınla baş başa bulursun. Saldıracak hiçbir şey de olmadığı için ortalıkta, aklının kıvrımlarında kalan en küçük anlam taneciklerini bulup dünyayı zehir edersin. Bu da bir yaşam biçimi. Kimilerine hoş ve çekici gelmeyebilir belki ama karamsarlığın pençesinde bir o yana bir bu yana savrulan biriysen yaptıklarınla gurur duyabilecek kadar densizleşir, hayatının anlamına biraz daha yakınlaştığını hissedersin. Senin için böyledir her şey.

Benim için öyle.

Uyandığımda bedenimin her yeri yorgunluktan kırılıyordu. Gözlerimi açmakta dahi zorlanıyor, midemin ağzıma gelmesine engel olamıyordum. Bulunduğum yer her sabah uyanmaya alıştığım yerlerden değildi. Kasvetli havası, derinden gelen iniltileriyle tam da gece yarısı sinemasına yaraşacak endişe verici bir şatoyu andırıyordu. Elimi kaldırmak istedim, olmadı. Hareket edemiyordum. Birilerine seslenmek için ağzımı açtım ama bırak tek bir kelimeyi anlamsız bir ses parçası dahi çıkaramadım. Yarı aralık gözlerimle rengarenk yaratıkları görüyordum. Duvarlarda yürüyen devasa böcekler, üzerimde uçuşan metalden arılar, çığlıkları andıran sesleriyle çevremde dolaşan uzun, ince melekler.

Buraya, bu duruma nasıl geldiğimi hatırlayamıyordum. Nerede olduğumu belki kim olduğumu da. Başımda ezici bir ağrı, göğsümde derimi yırtan mengeneler. Ayaklarımı hissetmiyordum. Bacaklarımın kesilmiş olduğu düşüncesi bir an için kabusum oldu. Neredeyse ağlayacaktım. Sonra bedensel işlevlerimin bunu bile beceremeyecek denli kontrol dışı olduğunu anladım. Beynim çalışıp durmadan imgeler üretirken vücudum benden tamamen bağımsız şekilde var oluyordu. Entelektüel açıdan oldukça komik. Varoluşçuluğun temelinde bunun yattığını bir düşünsene.

Kendime ve varlığıma daha fazla dayanamayıp uykunun dehlizlerine gizlendim. Dakikalar, saatler geçtikten sonra ikinci kez uyandığımda ortalık öncekine oranla biraz durulmuştu. Yüzümün önündeki karaltıyı saymazsak gerçek dünyaya tamamen dönmüştüm. Gri, boyaları dökülmüş duvarlarıyla ve tavana yapışık beyaz parıltılı lambasıyla bir hastane odasındaydım. Kulaklarımda bir uğultu vardı. John Mayall’ın O, Pretty Woman’ı gibi geldi ama benim burada olmam kadar anlamsızdı bu da. Rüyadayım sandım. Sorular sorup durmaya başladım kendi kendime. Rüya da mı gerçeklikte mi olduğumu anlamaya çalışıyordum. Böyle karmaşık ve garip bir rüya göremeyeceğime emindim. Karamsarım ya, tüm o meleklerin, börtü böceğin rüya olmasını, böylesi güzel şeylerin ancak rüyada yaşanması gerektiğini düşünüyordum. Oysa benim şansız ruhum gerçeğin tam ortasında bedenine kavuşmuş, yalnızca olan biteni gerçeğinden farklı algılamıştı. Düşünüyordum. Aslında ne düşündüğümü bilmiyordum.

Elimi hareket ettirebildiğimi fark edince yüzümün önünde fil hortumu misali uzanan şeye uzandım. Kısmen doğruydu. Hortumdu. Burnumun içine giriyordu. Hafifçe çektim. Midem alt üst oldu, öğürdüm. Yutağımda, nefes borumun kenarlarında sürünerek ilerlemeye çalışan bir hortumdu. En son mideme etki ettiğine göre orada da sona eriyordu. O ara elimdeki şeffaf hortuma gözüm takıldı. Bantları elimin üstündeki kılları koparan bir başka hortum. Elimi sağa sola oynattığımda daha büyük bir acıyla karşılaştım. Hortum elimin üstünde öylece durmuyordu. Ucundaki iğne damarlarımdan birine sokulmuştu ve diğer ucu ters duran o lanet olasıca serum şişesine takılıydı. Lanet olasıca çünkü bu bir süre karnım acıkmayacak anlamına geliyordu. En nefret ettiğim şeylerden biri de bu. Karnımın acıkmaması. Tatlı bir şeyler yiyemeyecek olmak. Dertten, kederden sağlam bir küfür savurdum ama ne sesim doğru düzgün çıktı ne de ettiğim laf dünyalılar için anlamlıydı. Dilim peltekleşmişti. Midem bir kez daha ağzıma kadar geldi.

Gözlerimi kapadım.

Tekrar uyandığımda sesler duyuyordum sadece. Bu kez hepsi de anlamlıydı. Bildik hastane sesleri. İnleyenler, ayak sesleri, konuşan refakatçiler, hoparlörden duyulan cılız, çıtırtılı bir ses. Başımda birinin eli duruyordu. Ilıktı. Gözlerimi açmadım.

Uyumuşum yine.

Son defa ve bu kez gerçekten uyandığımda O, annem ve bir doktor konuşuyorlardı. Doktor bir gün daha müşahede altında tutulmam gerektiğini ama isterlerse beni götürebileceklerini söyledi.

“İstiyoruz” deyip elimi kaldırdım. Elimi neden kaldırdığımı bilmiyorum. Doktor bana garip baktı. Belki bakmadı da ben o haldeyken üstüme alındım. Neyse, bunun çok da önemi yoktu. Asıl önemli olan birazdan ardı arkası kesilmeden gelecek sorular ya da kesik ve kısa puflamalarla geçirilecek işkence anlarıydı. “Ben nerdeyim, ne oldu bana?” gibi bildik, eski yöntem sorularla önce ben saldırıp avantaj yakalayabilirdim. Fakat olan biteni hatırlamaya başlamıştım. Gece olan bitenleri, hastane koridorlarını, koridorlarda hızla üstümden geçen lambaları, epinefrin diye bağıran doktorun sesini. Epinefrin de nereden çıktıysa. Alt tarafı midemi yıkamış olmaları, bir miktar ilacın ardından serum bağlamış olmaları gerekiyordu. Kalbim durmadı ki epinefrinden bahsedilsin. Kalbim! Herhalde durmamıştır. Olsa olsa ben doktorun dediğini yanlış duymuşumdur –ki bu oldukça muhtemel- veya uyduruyorumdur.

Yapılacak çok şey yoktu. Gardımı alıp bekledim. O haldeyken tek bir şey umuyordum o da hastanede yarı baygın olduğumu göz önüne alıp insaf etmeleriydi. En azından soruları şimdilik sormamaları. İlginç. Kimse soru sormadı. Bu kötüye işaret. Demek ki işkenceyi sona, ben kendimi daha iyi hissettikten sonraya saklıyorlardı. Keşke şimdi canımı çıkarsalar diye geçirdim içimden. Böylesi daha kolay olurdu, kaçması da.

O’nun asık suratını saymazsak ortam son derece yumuşaktı. Hafif, küçük şakalar, gülümsemeler. Yandaki hastanın manyakça fikirleri de epeyce eğlenceliydi. Adam midesinden ameliyat geçirmiş ve sürekli olarak dik durması gerektiğinden dem vuruyordu. Yatağın içinde hiçbir koşulda dik duramadığı için de duvarın önünde duran dolaba sırtını yaslayıp yere oturmasının tıbbi açıdan daha doğru olacağını savunuyordu. İnanç. Ne kadar da öldürücü bir silah.

Yalnız kalınca O’na durumun ne olduğunu sordum. Aslında daha sorarken pişman olmuştum. Yapabileceğim bir şey yoktu. Sormuş bulundum. Derinliklerinden fırlayan korku ve nefret hisleriyle üstüme saldırıyordu. Tırnakları etime geçiyor, her defasında küçük deri parçalarını kopararak uzaklaşıyordu. Kulaklarıma ardı arkası kesilmeyen tokatlar atıyordu. Eline geçirdiği metal bir çubukla karnıma, bacaklarıma sert darbeler indiriyor, çığlıklarımdan zevk alır bir tavırla her seferinde çıtayı yükseltip daha sert daha acımasızca vuruyordu. Kan revan içinde öylece, sessizce duruyordum. Gözleri aynen böyle bakıyordu.

Anlattı. Benden uzun süre haber alamayınca meraklanıp eve gelmiş ve beni boş ilaç kutularının yanında kucağımda yine boş bir şarap şişesiyle bulmuştu. Bu noktada şarabın çok güzel olduğunu belirtmeliyim. Adına hatırlamadığım bir marka, Bordeaux şarabıydı. Kırmızı. Ölmeden önce her insanın tatması gereken cinsten. Gerçi ben şaraptan hiç anlamam. Neyse, hastaneye koşup bir ambulans getirtmiş –hastane yüz metre kadar ötede- ve hayatımı kurtarmıştı. Bunu söylemedi tabi. İyi ki de söylemedi çünkü eminim ben onu kızdıracak bir laf etmeyi becerirdim.

Suratındaki ifadeden geleceğimin pek parlak olmadığını okuyordum. Şimdilik laf etmiyordu. Sonra, konuşmaya başladığında ben orada olmak istemeyecektim.

Annem geldi ve öğleden sonra çıkmamıza izin vereceklerini söyledi. Çıkmamız mı? Çıkacak olan benim. Siz istediğiniz an çekip gidebilirsiniz. Ben onu bile beceremiyorum.

Beceremiyorum. Evet, beceremiyorum. Son haftalarda aklımdaki tek şey bu. Bunu onlara söylemenin şimdilik bir yararı olmaz. Hem bu daha sonra silah olarak da kullanılabilir. İdareli ve düşünceli olmak lazım. Maalesef ikisine de sahip değilim. Yine de bunu gizlemek daha doğru gibi.

Ne kadar da zormuş. Gidince sorun olmaz da benim gibi gidip döndüysen karşına çıkacak bir sürü parçacıkla uğraşmak zorundasın. Ayıkla pirincin taşını. Keşke diye geçiriyor içinden insan. Gerisi gelmiyor tabi. Bende gelmedi en azından.

Her geçen dakika kendimi kötü hissediyordum. Sürekli bir savunma ve karşı saldırı planları hazırlama telaşındaydım. Biliyorum ki bir sürü cevaplamak istemediğim soruyla karşılaşacağım. Şu aşamaya geldikten sonra sıyrılmak da imkansız olacak. O yüzden de anlamsız cevaplar kurguluyordum. Kaçamak cevaplar. Uzayıp giden ama bir türlü ucu bağlanmayan. Her zaman yaptıklarımdan farklı ve karmaşık. Gerçi O’na bunların hiçbiri işlemeyecekti. Zaten beni düşündüren de ona vereceğim yanıtlardı. Ne desem boş olacaktı. Açıklamaların hiçbiri yeterince doyurucu olmayacak bu da onun beni gözleriyle, alnındaki kırışıklara verdiği biçimlerle paralamasına yetecekti.

Öğleden sonra geldiğinde hastaneden çıkmamam için herhangi bir sebep kalmamıştı. Hemşire burnumdaki hortumu kuyudan su çeker gibi çıkarınca midemde azıcık da olsa kalmış ne varsa ağzımın içine birikti. Tuvalette hepsini çıkarırken çürümüş hissediyordum kendimi.

Sonunda hastaneden çıkıp eve kapandım. Sorulardan, yüzlerden uzak durmaya çalışarak günler geçirdim. Kafamı boşaltmaya çalışıyordum. Soru sormadan beni dinleyebilecek yetenekte birilerini arzuluyordum. Aynanın önünde dikilip saatlerce kendime baktım. Yeni bir depresyon dalgasının yaklaştığını sezinliyorum. Bir şeyler yapmalı. Takıntılarla, depresyonla uğraşacak durumda değilim. Kaçmalıyım. Bir bu fikir salınıyordu aklımda. Kaçmalıyım. Hep yaptığım gibi. Gene insanlar bu lafı söyleyecekler: Hep yaptığın gibi.

Kimin umurunda.

Sanırım benim umurumda. Neden başkalarının fikirleri bu kadar önemli oluyor bizim için. Neden insanların sözlerine kulak asmadan hareket edemiyoruz. Sorumluluk duygusu mu? Kim, ben mi? Asla. Beğenilmek, takdir edilmek ihtiyacıyla başkalarının istediği biçime bürünme kaygısı mı? Bukalemun olamayacak kadar renksizim. Anlam aramak gibi bir tuzağa düşüyorsa insan bil ki korkularıyla, hayatıyla yüzleşemeyecek kertede usanmıştır kendinden.

2 yorum:

su dedi ki...

"İnanç. Ne kadar da öldürücü bir silah."
yanılsamaların gerçeği.....

Gentle Octopus dedi ki...

sanırım öyle...