16 Temmuz 2007 Pazartesi

Sayfa 86

Hava soğuktu o gün. Aslına bakarsanız hatırlamıyorum. Belki de soğuk değildi. Bunun bir önemi yok. Önemli olan onun ölümünün üzerinden altıbuçuk yıl geçtikten sonra şehrin orta yerindeki bir kafede karşıma dikilmesiydi. Aklım karışmıştı. Kapıdan içeri girdiğinde eskiden tanıdığım birini görmüş gibi olmuştum. Gerçi bu doğruydu. O eskiden tanıdığım biriydi ve ben oturduğum yerde şaşkınlıkla geniş yüzüne yerleştirdiği sırıtmasına bakıyordum. Ama insan kendini garip hissediyor. Düşünsenize ölü bir adam karşınızda.

Şaşkınlığım yanımdaki güzel bayanın ilgisini çekmişti. Şimdi onun da adını hatırlamıyorum. İnsanın hatırlamadığı çok şey olabiliyor. Bir kadın da o hatırlayamamalara ek olarak kaydedilebilir. Neyse. Bana neden bu kadar şaşırdığımı sorduğunda verecek hiçbir cevabım yoktu. Ona ne demeliydim ki? Şu arkadaş altıbuçuk yıl önce ölmüştü mü yoksa eskiden tanıdığım ölü bir arkadaşı gördüm canım mı? Gözlerinin içine bakıp yalan da söyleyebilirdim. Eğer o bütün sevecenliği ve hızlı hareketleriyle bana yeterli vakti bırakmadan masamıza yaklaşmamış olsaydı. Eğer bana bunu yapmasaydı belki şimdi kendimi daha iyi hissedebilirdim. Eğer… Olmadı. Yanıma geldiğinde içimde tarifi pek etkili olamayacak bir soğukluk duyumsadım. Bu, bende havanın soğukluğu yanılsamasını yaratmış olabilir.

“Sevgili dostum!” diye bağırarak beni kolları arasına aldı. Sanırım bana yaklaştığında ayağa kalkmıştım. Yoksa kucaklaması zor olurdu. “Çok uzun zaman oldu” diye de devam etti. İlk farkına vardığım gözlerindeki bulanık bakışlardı. Korkudan kıçımdan akan terlere aldırmaksızın bir şeyler gevelemek istedim. Oysa bana aldırmadan kafasını çevirip “Kusura bakmayın güzel bayan, bir anda masanıza atladım fakat sevgili dostum ve ben uzun zamandır ayrıyız. Onu burada görmek beni çok heyecanlandırdı. İzninizle kendimi tanıtayım.” dedi. Elini uzatan kadının elini büyük bir ustalık ve onda hiç görmediğim bir nezaketle öptü: “Adım Spade, Sam Spade”

Birileri bereket versin ki kadıncağız sinema veya edebiyatla ilgili değildi de Sam Spade adını duyunca şaşırmadı. Bense kıçımdaki terlerin vıcık vıcıklığına rağmen gülümseyebildim. Sanırım o kadından ayrılma sebeplerimden en önemlisi sadece güzelliğiydi. Başka bir numarası yoktu. İnsan böyle bir kadınla ne kadar yol katedebilir ki?

Spade ki bunu üstüne basarak söylediğimi farzedebilirsiniz teklifsizce oturdu. Ardı ardına kurduğu karmaşık tümcelerle kafamı çatlatırcasına doldurdu. Sırf meraktan sormak istediğim bir soruya acele yanıt bulmak niyetindeydim. Konuştukça konuştu. Hiç durmayacaktı. Bir müdahale gerekliydi. Cesaret edemedim. Edemezdim de. Düşünsenize altıbuçuk yıl. Bunca zaman ölü olduğunu bildiğiniz birine nasıl müdahale edersiniz.

Saatlerce sürdüğünü zannettiğim sohbetimiz kadının gitmek zorunda olduğunu belirtmesiyle nihayete erdi. Hay allah! Kadın dedikçe kendi kendime tuhaf geliyorum. Keşke adını hatırlayabilseydim. Aman canım hatırlasam ne olur ki? Alt tarafı hayatımdan geçip giden biriydi.

Yalnız kaldığımızda Spade, ki artık gerçek adı konusunda hiçbir fikrim yoktu, sustu. Dakikalarca sustu. Susmakla kalmayıp tüm diğer ifade ediş biçimlerinden de feragat etti. Ben endişeyle onu süzüyordum. Zaten sırf bu yüzden bana ‘endişeliadam’ lakabını taktı. Haftalar sonra o anı anımsadığımızda kasıklarımız çatlayana dek gülmüştük. Aslında ben ağlamıştım ama o aşırı gülmenin sonuçlarından biri gibi görmüş olmalı bunu. En azından ben öyle umuyorum. Çünkü neden ağladığımı sorsaydı verecek cevabım yoktu. Ona yalan da söyleyemezdim.

Sessizliği bozan Spade oldu. Bana kısaca hikayesini anlattı. Ölmemişti. Bir tür katalepsi yaşamış ve biz onu, dediğine göre, büyük bir keyifle toprağın altına saklamıştık. Toprakla ne kadar bir süre yakınlaştığını tam olarak bilmiyor ama tahminimce altı saatten fazla olmamalı. Bir insan, bu Spade bile olsa, daha fazla canlı kalamazdı. Katalepsiyle en büyük yakınlığım Poe’nun öyküleriyle sınırlıdır ama altı saat makul görünüyor. İşin komik yanı toprağı elleriyle yararak çıktıktan hemen sonra bir tür satori yani aydınlanma yaşamış. O hızla kendini yollara vurmuş. Önce Floransa’ya ardından sırasıyla Roma, Paris, Viyana, Kudüs, Umtata, Kiev, Manaus, Bogota, Asuncion, Punta Arenas, Antananarivo, Nha Trang, Jaffna, Ulsan ve Bombay’a gitmiş. Ben bahsettiği yerlerin bazılarını haritada bulmakta zorlanırken o ne tür bir inançla o şehirleri buldu bilemiyorum. Ama öyle ya da böyle bulmuş. Dediğine göre de bu yolculuk ona çok şey katmış. Kendinden alıp götürdüklerini de bir tür hediye olarak kabul etmiş. Anlattıklarının bir kelimesine dahi inanmadım tabi. Her ne kadar onu görmediğim süre zarfında tüm bunları yapabilme şansına erişmiş olması ihtimali gözümden kaçmasa da benim yapmak isteyip de yapamadığımı gerçekleştirmesi sinirimi bozmuş olcak ki ona inanmadım. Keşke ona bunları ilk anlattığında inansaydım. Başıma bunca iş gelmezdi.

Şimdi durup bir düşünün. Adam, biz ona Spade diyelim, ölüyor, gömüldüğü mezardan altı saat sonra çıkıyor, kendini ve anlamını farkediyor, vakit kaybetmeksizin yollara düşüyor ve altıbuçuk yıl aradan sonra karşıma dikiliyor. Biliyorum, hiç de mantıklı değil. Fakat siz bunu bir de ona anlatmayı deneyin. Ben size söyleyeyim, hiç denemeyin. Bu hataya düştüm, düştüğüme de pişman oldum. Merak ederseniz diye bu hikayeyi daha sonra anlatırım, belki.

Sözünü bitirdiğinde yüzüne nasıl bakıyorduysam bana “Ne oldu?” diye sordu. Elimle yok bir şey gibisinden bir hareket yaptım. Sadece “İyi” dedi. Arkamı dönüp garsonu çağırdım. Bloody Mary istedim. Genç çocuk kafede içki servisi yapılmadığını belirtti. Ben de koyu, şekersiz bir kahve istedim. Bloody Mary’nin yerini tutacağını düşünmüştüm. Kahve gelene kadar hatta kahveden bir yudum alıncaya dek olarak düzeltelim biz onu, konuşmadım. Anlattıklarının üzerine kafein bende ani bir sarsıntıya yol açmış olmalı ki “E ne bok yemeye döndün?” dedim. Hata yaptığımı farketmiştim. Çok geçti. Masada bana fırlatacağı bir şeyler var mı diye baktım, yoktu. Yüzüne çevirdim gözlerimi. Kaşları çatılmış şekilde düşünceli görünüyordu.

“Önemli bazı konular ve bulmamız gereken bazı şeyler var. İvedi davranmamız gerekecek. Sana kısaca durumu anlatayım. Yalnız beni iyi dinlemelisin. Tekrarlarla uğraşacak kadar dahi vaktimiz yok.”

Sözünü kestim. “Neden ben?”

Şaşırma sırası ondaydı. Onu o kapıdan ilk girdiğinde büründüğüm görüntü karşımdaydı. İntikamın keyfinden, üstte olmanın verdiği gururdan büyülenmiştim.

“Sen… güvenebileceğim tek kişisin.”

İntikam mı beraberinde nefreti getirir yoksa intikamı besleyen nefret midir? Utanmıştım. Rengimin baştan ayağa değiştiğini duyumsuyordum. Sıkıntı bastı. Terlemem birden durdu. Buz küpleriyle çevrelenmiştim. Çığlığım boğazıma takıldı. Yüzüme dökülen saçlarım canımı acıtıyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiş parmaklarımı kırmaya çabalıyordum. Kesik kesik nefes alıp, mümkün olduğunca az ses çıkarmaya uğraşıyordum. Aklıma takılan eski bir şarkının sözlerine tutnup kaçmak istedim. Utanmıştım işte.

“Anlat” diyebildim sadece.

“Burada olmaz. Daha sakin bir yer bulmalıyız. Anlatacaklarım seninle benim sırrımız olacak. Başka kulaklara ihtiyacımız yok. Bildiğin güvenli bir yer var mı?”

Hesabı ödeyip kafeden ağır adımlarla çıktık. Kant felsefesindeki sentetik hükümlerden, silikon vadisindeki gelişmelerden, çiçek polenleri vasıtasıyla sinir gazı taşınıp taşınamayacağından ve Van Gogh’un eski kulağı kesiklerden olması üzerine yaptığımız bir dolu anlamsız sohbet bizi evimin kapısına varana dek idare etti. İkimiz de sıkılmamıştık sohbetimizden. Ne de olsa altıbuçuk yıl geçmişti aradan. Yavaş yavaş onun eksikliğini yaşamış olduğumu görüyordum. Özlemiştim onu. Kollarımda öldüğü günden bu yana başka biriyle böylesi anlamsız ve keyifli konuşamamıştım.

Apartmanın önünde durdu aniden. Dudaklarını büzüştürdü. “Evde içecek ne var?”

Eskiden de böyleydi. Kafası hızlı çalışır, aynı anda binbir farklı tilkiyle oynaşırdı.

“Sanırım sadece su var.” dedim. Birden gözlerinin içi parladı. Ağzını kulaklarına varırcasına açtı. “Bu iyi.” dedi. Her zamanki gibi anlamamıştım. Ama o beni anlamıştı. “Yani dikkatimizi dağıtacak bir şey yok evde.”

Omzuna dokunup hafifçe içeri ittim. Merdivenleri tırmanırken onu tekmelemek geçiyordu içimden. Küfürler savurup kafasını kaldırım taşlarına vurmak. Gerçekten özlemiştim onu.

Ev, evim berbat bir şekilde kokuyordu. Rutubet, alkol, sigara ve sıkıntı karışımı. Hiç aldırış etmedi buna. Salona geçip müzik setinin başında durdu. Göz ucuyla CD’leri karıştırıyordu. Bilir beni. CD’lerime ne kadar az dokunulursa ben o kadar çok mutlu olurum. Birçok arkadaşım onlara dokunmaz bile. Dinlemeyi arzuladıkları neyse bana söylerler, ben de onlar için çalarım. Ama o farklıydı. Onlara benim gibi bakabilen tek kişiydi. Anlamlandıramadığım bir hızla elini rafa uzatıp bir CD çekti ve neredeyse aynı hızla player’ın içine yerleştirdi. Endişelenmedim diyemeyeceğim. Bir an içim gitmişti; düşecek veya rafa çarpıp kırılacak diye. Neyseki dikkatli biridir.

Müzik başladığında gülümsedim. O, şarkıya eşlik ediyordu: “Is there anybody going to listen to my story all about the girl who came to stay”. Beatles eski hastalığımızdır. Gerçi birçok kişinin öyledir. Ama bizim için farklı bir anlamı vardır. Tanıştığımız gün gökten bir Beatles plağı düşmüştü. Ciddiyim. Arka sokaklardan birinde yürürken bir kadın çığlık çığlığa balkonundan Help albümünü atmıştı sokağa. Önce kadının şifreli olarak yardım istediğini düşünmüştük fakat şu söylediklerini duyunca bunun bir sevgili kavgasının sonlanmasına işaret ettiğini anlamıştık: “Beatles kadar bok düşsün kafana!” Güzel bir başlangıçtı bizim için.

“Başla artık anlatmaya” dedim fütursuzca. Şarkıya devam etti. Benimle hiç ilgilenmiyordu. Gözleri kapalı, ayağında ritim. Şarkı bittiğinde “Beatles için her zaman vakit vardır” dedi. Neredeyse ağlayacaktım. Başını avuçları arasına alarak oturdu. Ayalarıyla yüzüne ilginç bir masaj yapıyordu. Belli ki kendine gelmeye çalışıyor dedim fısıltıyla. Birkaç dakikanın ardından anlatmaya başladı:

“O günü net olarak hatırlıyorum.

Uyandığımda kemiklerim odayı sarmalayan soğukluk nedeniyle kırılacak gibiydiler. Kırılmasalar bile çatlayacak olmaları ihtimalinden epeyce ürkmüştüm. Güneş henüz ortalıkta yoktu ve alacakaranlığın verdiği o gizem duygusuyla kendimi siyah bir düzlemdeki siyah bir nesneyle özdeşleştirmiştim. Ne tür bir nesne olduğum neye yaradığım hangi maddeden yapıldığımdan çok neden varolduğum önemliydi. Ve sanki varoluşum yokluğumda saklıydı. Hafifçe doğruldum. Sırtım uzun yolculuklar yapmış birinin konfor gözetmeden kendini üzerine salıverdiği yataklardan sıkılmıştı. Hiç yapmadığı şeyi yaptı, ağrıdı. Boynumdan belime dek inen sancılara aldırış etmeyi düşünmüyordum.

Cama baktım. Buğulanmıştı. Varolduğumu kainata kanıtlamak istercesine, varlığın önemsizliğinin kadim zamanlardan şimdiye kadar değişmediğini vurgulamak istercesine parmağımı kaldırıp cama iki kelimeyi adeta kazıdım: Belgrano Sokağı.

Güne alışmamın uzun süreceğini hissediyordum.

Kaldığım yerde oyalanmadım pek. İhtiyaçlarımı giderdikten hemen sonra sokağa attım bedenimi. Ona gitmek için daha vaktim vardı. Havanın kararmasını beklemeliydim. Herhangi bir ters durum günışığında ortaya çıkmamalıydı. Gece her şeyin örtüsüdür.

Şehrin altını üstüne getirmeyi esasen planlamamıştım. Ama olanlara karşı duramıyor insan. Yapmayı sevdiğin her şeyi belki de yapmaman gereken zamanlarda yapıyor olmanın çekiciliğindendir bu. Eski alışkanlık, neredeyse tüm eskicileri dolaştım. Beni korkutan onun da benimle aynı zevki paylaşarak buralarda dolaşıyor olması ihtimaliydi. Her ne kadar ihtimaller yaşamın gidişatını belirliyorsa da bu seferki gidişatı belirleyen ben olacaktım. En ufak bir sorunla karşı karşıya kalmam katettiğim mesafelerin kısalığını gösterecekti ve ben buna hazırlamamıştım kendimi.

Akşamüstüne doğru tüm dikkatimi toplayıp evine doğru seyirttim. Gözlerimde, burnumun yanlarında, çenemin kulaklarıma değdiği yerlerde endişelerim birikmişti. Sorular, tasarılar, boşa çıkabilecek hesaplamalar… Her şey matematiksel bir kesinlikle oturtulmuştu yeryüzüne. Belki de yeryüzünü beynim olarak algıladığım içindi bu yanılgım. Yanıldığımı zannetmiyordum.

Dördüncü kata çıkan merdivenlerle cebelleşirken aklımda sadece oynayacağım oyunun ayrıntıları ve soyunduğum tanrı rolünün komikliği dolanıyordu. Kapıyı heyecanla çaldım. Açıldığında izin istemeye gerek duymadan içeri dalmıştım. Karşımdaydı işte. İlgiyle bakıyordu. Kıyafetimin sıradanlığına takıldığını sanmıyorum ama gözden kaçırmadığını da adım gibi biliyorum.

Konuşmaya başladığımızda önceden tasarladığım her kelimeyi tek tek değiştirdiğimi ayrımsadım. Kendimden bağımsız sarfediyordum cümleleri. Nereli olduğum konusunda, ne iş yaptığım ya da nerelerde bulunduğum konusunda akla hayale gelmeyecek doğrudan sapmalar gösteriyordum. Onca farklı şeyi nasıl birbirine bağladığıma hala şaşarım. Söylediklerim konusunda ciddi olup olmadığımı sorsaydı ne cevap verirdim bilemiyorum ama sormamış olması kontrolsüz bir yalan tufanı içinde sürüklenmemi sağlamıştı. Bir ara “tanrı kontrolünü kaybeder mi” diye düşündüğümü hatırlıyorum, sonra da “tanrı kontrolünü kaybetmeseydi varolabilirmiydik?” sorusuna gülümsediğimi.

- Neden gülümsüyorsunuz?

Oturduğum iskemlede kıpırdanıp elimi ceketimin cebine soktum.

- Evren elinizin altında olsa ve onu asla değiştiremeyeceğinizi bilseniz ya da ona asla alışamayacağınızı, ne yapardınız? Bu soru beni hep gülümsetmeyi başarmıştır.

Henüz ona verdiğim kitabı açmamıştı. Üzerindeki işlemeleri, yazıları ve olası hayatları inceliyordu.

- Evren o kadar büyük ki soru sormaktansa gözlerini yummayı tercih ediyor insan.

Yüzünde meraklı insanın korkutucu bakışlarını taşıyordu. Onunla karşı karşıya olmak, görmeyi başka türlü de becereceğini bilerek yüzüne bakıp konuşmak dünyanın en ücra köşelerini binlerce kez ama her seferinde yeniden keşfetmek kadar zevk veriyordu bana.

- On dokuzuncu yüzyıldan kalmalı, dedi.

Cevabımın peşi sıra açtı kitabın kapağını.

Bu noktadan sonra olanları anlatabilecek denli usta bir kalem tanımıyorum, belki bir kaç kişi olabilirdi ama onlar da çok önceleri öldüler. Evren veya daha küçük birimiyle doğa ürettiği mükemmel ŞEYlerin arkasından hep aynı devinimle farklı mükemmellikler üretse de genellikle biz bunun ya farkında olmuyoruz ya da farkına vardığımızda geç kalmış oluyoruz. Belki de bu nedenle ölüm bizim için bu kadar özel ve anlamlı.

O önünde açık olan sayfayı incelerken ben “Buna iyi bakın. Bir daha göremeyeceksiniz”, dedim.

Önce anlamamıştı. Sayfalardaki gezintisini ilerlettikçe kaşları kalktı. Yüzünde meraklı insanların ürkmüş bakışlarını taşıyordu. Kitap, çekiciliğini kullanmıştı. Her şeyiyle önünde, avuçlarının arasında duruyordu. Ama ona ne sahip olacaktı ne de enginliğinden yararlanacaktı. Hep yapıldığı, hep yaptığımız gibi ondan korkacak ve elindekinin değerini, “gerçek değerini” ona verecek düzeyde bilenlerden olmasına rağmen endişeleri üstün çıkacak ve merakı sonsuza dek bastırılacaktı. Yine de kesinlikle emin olduğum söylenemez. Anlattıklarım yalnızca yapmasını umduğum şeylerdi. Benden öncekiler de ben de aynını yaşamıştık.

Kitap sonsuz sayıda sayfadan oluşuyordu ve sonsuzluk dikkate değer ölçüde büyüktü.

- Her seferinde yenisiyle karşılaşıyorsak nasıl varlığın son bulacağını düşünebiliriz. Kainat sürekli biçimde kendini yeniliyor ve işlerlik açısından yineliyorsa daha ne kadar öteye gidebiliriz. Bu aslında uyanıkken yaşadığımız, belki de yaşamayı tercih ettiğimiz bir karabasan. Gözlerimizi yummak bizi bu karabasandan kurtaracak mı sizce?

Endişeleri dudaklarının kenarında öylece bekliyordu. Soluk alıp vermenin dışında yaptığı tek şey kitabın o an açık olan sayfasına dokunmaktı. Asla tekrarlayamayacağı bir durumu, bir anı yaşıyordu. Mutlu mu olmalıydı yoksa üzülüp ağlamalı mı?

Toparlandığında benim oradan gitmemi şiddetle arzulayacağını, kitapla baş başa kalıp sonsuz bir yolculuğa çıkmayı kafasında kuracağını bildiğimden lafı uzatmayı gereksiz buldum. Önerdiği parayı ve kitabı tereddütsüz kabul ettim ve oradan, onun yanından mümkün olduğunca çabuk ayrıldım. Kitabıyla yalnız kalmasını, düşlediği her şeyi bulma ümidiyle başına oturup varlıkla yokluk arasında bocalamasını ben de onun kadar istiyordum.

Onu bir daha hiç görmeyecektim.

Sokağa indiğimde hava iyice kararmıştı. Saati merak ederek yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi bitirmiştim. Herhangi bir amaç bana çok uzak görünüyordu artık. Belki de kendimi toprak bir küp’ün içine kapatıp denizin maviliğine atmalıydım. Gözden, gözün görebileceğinden ötelere gitmeliydim. Ta ki biri beni bulana, varlığın ve yokluğun anlamını geri verene dek.

Karanlığın içinde yine kapkaranlık hissettim. Nesnelerin anlam kazanması için varolduklarından emin olmak mı gerekiyordu? Sokaktaki bir lamba titrediğinde sorularla boşa vakit geçirdiğimi düşünüyordum. Lamba bir şeyleri vurgulamak istedi ve karanlığı da sessizliğe sürükledi. Anlam aramaktan, anlam yüklemekten bıktığımın ayırdına varıyordum yavaş yavaş. Gözlerim açık mıydı yoksa kapalı mı? Sonsuzluktaki noktalardan herhangi biriydim, gerisinin önemi kalmamıştı.

Gözlerimi gerçekten kapadım. Yolun, gecenin ortasında kıvrılarak ilerlediğini hayal ediyordum.”

Başlangıçta onu gömdüğümüz günden bahsediyor zannetmiştim. Hikayesinin devamı geldiğinde aynı gün içinde ikinci bir eski dostla, farklı bir şekilde karşılaşmanın sıcak hüznünü yaşıyordum. Az daha devam etseydi sulugözlüğüm tutacaktı yine. Söyleyecek söz kalmamıştı. “Borges seninle gurur duyardı” diyebildim.

Somurtarak baktı. “Yok yahu, olsa olsa ‘çük kafalı japon askeri’ derdi.”

Gülmeye başladım. O benden çok gülüyordu. Tıpkı Cingöz Recai’deki Ayhan Işık gibi, haykırırcasına. Ne kadar bir süre güldüğümüzü bilemiyorum. Durulduğumuzda neye güldüğümüzü bile unutmuştum ben. Hala Beatles çalıyordu, evin kokusu da aynıydı.

Durdum ve “Bi bok anlamadım” dedim. İkinci bir kahkaha tufanı kopması ihtimaline hazırlamıştım kendimi ama olmadı. Hemen konuya girmek niyetindeydi. Koltuğa yerleşmesi, mimikleri, soluk alıp verişi belli ediyordu. İster istemez toparlandım. Tüm ciddiyetimle onu dinlemeye hazırdım. Ne çıkacağını merak ediyordum. Aklım hikayesine takılmıştı ve o bekleyiş anlarında hikayeye bağlayabileceği konuları düşünüyordum. Tanıdığım adam herhangi bir şeyi buna bağlayabilirdi. Bu yüzden de boşa çaba sarfediyordum. Bilmeme rağmen gene de tahmin yürütmekten geri duramıyordum.

“Şimdi üzerinde bulunduğumuz şehir...” diye başladı konuşmaya. Bir an onun palyaço kılığına girmiş bir öğretmen olduğu fikrine kapılmıştım. Neyseki uzun sürmedi. “…gizemler barındıran, onlarla var olan bir şehir. Her zaman gözden kaçan, başka önemli şehirler yüzünden pek aldırış edilmeyen, unutulduğu için haksızlığa uğrayan bir şehir.” Hak vermiştim bu dediğine, benim fikrim koca şehir için ne kadar önemliyse. “Yolculuklarım sırasında bir şeyi farkettim. Bu şehir ya dünyanın merkezi ya da ondan daha önemli. Aslında tam olarak ne olduğunu bildiğimi düşünüyorum ama bunu sana açıklamak için henüz vakit var. Önce düşüncemden emin olmalıyım. Bunun için de yardımına ihtiyacım. Lütfen bunu basit bir gizem araştırması olarak düşünme. Bu çok daha derin. İçeriye ve belki aşağıya inmekle alakalı. Kendi dehlizlerimize. Korkularımıza yapacağımız bir tür yolculuk. Sonuçta bulacağımız şey yine kendimiz olacağız, bunu da biliyorum. Ama denemeliyiz. Emin olmalıyız. “ Sözü burada bıraktı. İştahla bana bakıyordu. Afrika’da bulunmuş olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Hatırla dedim kendime. “Tam da bununla alakalı işte” dedi. “Hatırlamak, bilmek ve olmakla.”

Şok geçiriyordum. Aklımı okuyordu.

Bayılmışım. Kendime geldiğimde korkudan titriyordum. Yanımda oturmuş buğulu gözleriyle bakıyordu. Elimi tuttu. Dokunuşu çok yumuşaktı. Kendimi güvende hissettim. Sorularla boğuşurken güvende olmak insanı kendine getiriyor. Oda üstüme kapanıyordu ama rahattım. Sıcaklığı bana güç veriyordu. Doğrulmak istedim, izin vermedi. Zaten kalkacak durumda da değilmişim. Yaptığım küçük bir hareket beni oldukça yormuştu. Konuşmaya çabalamanın da anlam ifade etmeyeceğini biliyordum. Bilmek! Bir yanılsama mı? Peki ya anlam?

Kaldık öylece. Bana binyıllar gibi gelmişti. Midem bulanıyordu. Hala korkuyordum.

“Böyle etkileneceğini düşünmemiştim” dedi içime bakarak

“Ben senin aklını okusaydım sen nasıl olurdun?”

“Aklını okumak mı? Ne yani aklını okuduğumu mu zannettin?”

Gene anlamamıştım. Tesadüf müydü bu? “Kapatalım bu konuyu ama bana şunu söyle, insanların aklını okuyabiliyor musun?”

Güldü. “İnan bunu çok isterdim.” Durdu bir süre. “Yani şimdi sen anlattıklarımdan değil de aklını okuduğumu düşündüğünden mi bayıldın?”

Başımı sallamakla yetindim. Komik bir durumdaydım. Ama altıbuçuk yıl ölü olduğunu bildiğiniz biri karşınıza dikilse ve sizin düşündüğünüz son şeyi dillendirse siz ne düşünürdünüz?

“Şimdi uyu, yarın devam ederiz.” Akşamın son sözleriydi bunlar.

Hiç yorum yok: