27 Ağustos 2009 Perşembe

Sayfa 361

Destination anywhere... bütün gün of'layıp puf'layan birinden ne beklersin ki? Özellikle de bütün sorunlarının kaynağı kendiyse... kendini var edemeyen bir insanın kendine ait çöplükte boğuluyor olduğunun farkına varmaması da kötü bişey işte. her şeyi herkesten daha iyi bilen (!), her konuda söyleyecek sözü olan (!), baskın çıkmanın doğru olduğunu zanneden, insanlara iyi davranma koşulunun kendisine iyi davranılması, el üstünde tutulması, poh pohlanması olduğunu düşünen biri ne kadar sıkıcı ve bunaltıcı olduğunun farkına varmadığında onu da anlamak gerek. Kendi yok oluşunu elleri arasına almış ve cahil cesareti ile hareket eden biriyse söz konusu olan birkaç adım geri çekilip öyle izlemek lazım batışını. Zira dışarıdan bakıldığında ne kadar da acınası bir varlıkla yan yana durduğunu görerek kendinden utanıyor insan. Bu da kendi ile ilgili olan herşeyi yeniden düşünüp revize etmesine yol açıyor. İyi bişey yani diğer yanıyla.

23 Ocak 2009 Cuma

Sayfa 143651

Bi ara yoldan çıkıyor işte insan. Kendini bi yerlerde bırakıp olmadığı gibi biri oluyor ve farkına varmıyor. Farkına vardığı zamanlar da genellikle eskiye döndüğü anlar oluyor. Yapmak lazım demek ki arada böyle şeyler, kafayı çizmeye fırsat bırakmadan kendini kendin olduğuna ikna etmen, varlığının bir armağan gibi ortaya sunulmadığına kani olman ve senden çıkan sesin derinlerden bi yerden, onca yıllık birikimin arasından sıyrılarak geldiğini bilmen önemli. 

21 Ocak 2009 Çarşamba

Sayfa 21983

Bişey var etrafımda. Sarmalayıcı, karartıcı, korkutucu. İçinden çıkmanın imkansız olduğu bi tür girdaba benziyor. Çabalar sonuç vermediği gibi yoksunluğa itiyor insanı. Sessizliğin gölgesi hüküm sürüyor kanatlarında. Titremeler, algı kayıpları, korkular... bırakmıyor peşimi. Bi ele dokunmak istiyor insan; sorgusuz, sualsiz, nedensiz. Düşlediklerine geri dönüyor zaman zaman ama ne denli uzak olduğunu görüyor. Bildiklerini unutmak, unuttuklarını yok saymak, yok saydıklarını silebilmek istiyor. Ama yeterince güçlü bi hafızası var ve bu onu kendine karşı zorlu kılıyor. Çığlıklara bürünüyor her yer...

22 Ağustos 2008 Cuma

Sayfa 84652

"Tanrı sevdiği kullarını sınarmış" derler ya.. beni sevmesin artık!

23 Eylül 2007 Pazar

Sayfa 38632

Bi geceydi... upuzun yalnızlıkların birinde... yoksunluklara bulanmış ama yok olamamış... belki de hiç olmamış... geçmiş zamanlardı... sıcak.. sımsıcak... eklene eklene olurdu hep ama olmadı bu kez... bi şarkı çalınırdı, notalarında yüzerdi... bi kitabın harflerine dağılırdı... biri geçse önünden hep aynı olurdu... aklını kaçırandı... aklı hiç olmamıştı... hissettikleriydi onu var edenler... varolmuşlar kabullenmedi... isteği içten olmaktı... beceremedi... kendi bile beceremedi... hislerini kaybetti... elleri titredi... elleri artık hep titrerdi... bitmeyecek bi öykü yazmaya kalkışmıştı... kalkıştıkları hep basit şeylerdi... o basitliği severdi... ama hiç basit olamamıştı... dilini kesmeyi düşündü... ya da hiç düşünmemeyi, düşünememeyi... yalancıydı... herkesi kandırmıştı... böyle olsun istememişti... istediği hislerini basitçe anlatmaktı... anlatamazdı... öyle bi yeteneği hiç olmamıştı... anlam aramazdı... aramamıştı... anlatmak istediği tek bi şey vardı... böyle hissettiğiydi... kimse anlamadı... aslında bunu hiç anlatmamıştı... farkına vardığında elinde kalan olmamışlıklar, titreyen bedeni ve bi anıydı yalnızca... yalnızca... yalnız... yalnızdı... son bi kez anlatmayı denedi... oysa varolmamış bi hikayeydi... olan bitenlere inat... değişememişti... neyse oydu hala... tek bi kelimeydi içinden fışıkıran... kimse duymadı... özetlere de inanmazdı... özetleyemedi.. aslında bunu da beceremezdi... deneseydi bile... olmazdı.. dönüp dolaşıp aynı yerdeydi... "yağmurdan önce" başlamıştı her şey... yağmurdan sonra bitecekti... yağmurun hiç bitmemesini diledi... dilekleri hiç gerçekleşmezdi... dileği boğazında düğümlendi... sesi de kısılmıştı artık... soluk alması bile güçtü... anlatmak istiyordu... anlatacak bişey yoktu... nasıl olsa kimse dinlemeyecekti... o hep günahkar kalacaktı... basitti herşey... hissetmişti... istemişti... elinde değildi... uzaklaşamıyordu... kaçamıyordu... kendineden kaçamazdı... hissetmişti...kimse istememişti hissetmesini... o da bilmiyordu hissedeceğini... bi gün... sabahtı... ve hissetmişti... bunun için yapabileceği bişey yoktu...

21 Eylül 2007 Cuma

Sayfa 17965

Bi simgeye tutunmak...

Sayfa 14785

Karanlık her yer, düşlerimdeki babam gibi. Ne onu hatırlıyorum, ne de bahçeli, küçük evi. Bir dut ağacının gölgesindeki keyifsiz saatleri, bir de yüksek duvarlardan düştüğümde çıkan sesleri unutmuyorum.
Karanlık her yer.
Nedenlerini bilmiyorum. Upuzun bi dalga uyuyor önümde. Dokunamıyorum. Parmaklarımı açtıkça yüzüme vuruyor rüzgâr, yüzümü kapatamıyorum. Korkuyorum fırtınanın çığlıklarına kapılmaktan.
Karanlık her yer. Babamı özlüyorum.

Sayfa 6014


Tehlikelidir bazen. Görmek istediklerinin dışında, arzularının yakınında... soluklanmak derin derin.. bi boşluğa tıkılı kalmak... hissetmeye çalışmak... fark edememek.. yokolduğunu.

17 Temmuz 2007 Salı

Sayfa 2465

Neden daralır insan? Neden sorulara çözüm aramak istemediğinde bi milyon cevapla karşılaşır? Neden hep neden diye sormak zorundadır?. Hayat daha basit bi denklem olamaz mıydı veya başlangıçta biri soramaz mıydı "şş birader, durum bu, yersen gönderiim seni aşağıya?" Her aklı-evvel buna "belki sormuşlardır da biz hatırlamıyoruzdur" cevabını yapıştırır. Bu noktada da o densizlere "bu kadar mı aciziz" sorusunu sormak gerekir. Hayal gücünden bu kadar mı yoksunuz? Tüm yoksunlukların içinde kendimizi de mi unuturuz? Seçme şansımız yok mantığıyla hayata başlanır mı? Bi kedi görsem tweety'lik yapabilirim belki ama bi soru görsem kendi çıkarıma olacak şekilde cevaplarım. Sonra da o cevaplara bulanır kendi yaptığım yanlışa tutunurum. En azından dik durmayı yediririm kendime. Hoş, şimdi de dik duruyoruz ama sebebi boğazımıza kadar bokun içinde olmamızdan. (bkz. Dario Fo) Neden daralır işte insan? Neden sorulara bulanmak istemediğinde kendine bile bakmaya çekinir? Ne demeye gözleriden yalanlar fışkırır? Neden nedenlerden uzak durmak isterken kendine bulanır? Cevap kulaklarımda çınlıyor sanki; " şş birader, durum bu, yersen..."

Sayfa 3266

"Demiştim"leri sevmem. "Keşke"leri sevmem. "Acaba"ları sevmem. "Anladın mı"yı ve "anlatabildim mi"yi sevmem. "Seri olma"eylemini sevmem. En kötüsü de bunların hepsini bir cümle içinde kullanıp insanı sığ sulara gömen zihniyeti sevmem.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Sayfa 811

İnsan bazen kış günlerini de sevebiliyor. Ben genelde severim ama tercihim her zaman daha ılıman olan mevsimdir. Hep de o ılıman iklim şartlarında aşık olacağımı düşünürdüm. Öyle de oldu. Öncesi ise soğuk bir kış esintisine dayanıyor, 26 Aralık’a. Her şeyin kötü gittiği bir dönemde –ki şimdi de pek iyi gittiği söylenemez ya- yüzüme vuran bir sıcaklıkla uyandığımı hatırlıyorum. Akşamın karanlığa bürünen saatlerinde uyanınca insan…

Sayfa 7009

Gece, çok önemliymişçesine serilmişti şehrin üzerine. Yağmura hazırlanan sokaklarda kendini bulmaya çalışan birkaç köpek dışında hiçbir hareket belirtisi yoktu. Yaşamlarına heyecan katmak adına çöp kutularını karıştıran, sırf zevk için her köşe başına işeyip yüzünü yalayan her soğuk rüzgar vuruşuna havlayan o köpeklerden biriydim ben de. Ne bir amaç ne de bir anlam aramadan dolaşıyordum karanlığın ortasında. Aklımda da hep o aynı kelime: Korkak!

Bu kelimenin beynime ne zaman kazındığını hiç mi hiç hatırlamıyorum. Sanki doğduğum gün ilk duyduğum kelime buymuş gibi bir his var hep içimde. Ne zaman sessizliğin koynuna bıraksam kendimi ya da ne zaman bir aynanın önünde dikilmek zorunda kalsam bu kelime gelip zihnime yerleşiyor: Korkak! Evet, öyle. Ben bir korkağım. Bunu kabullenmek bir erdemse eğer ben en erdemli insanlardan biriyim. Ama ben artık kendim değilim. Kendi olamayan bir insan erdemi ne yapsın?

Sayfa 789

Karamsarlık gibi kötü alışkanlığın varsa eğer yapabileceğin en sıkıntı verici şey her sabah gözlerini açmaktır. Gecenin durgunluğu bir anda silinir ve kendini çılgınlığın ortasında takıntılarınla baş başa bulursun. Saldıracak hiçbir şey de olmadığı için ortalıkta, aklının kıvrımlarında kalan en küçük anlam taneciklerini bulup dünyayı zehir edersin. Bu da bir yaşam biçimi. Kimilerine hoş ve çekici gelmeyebilir belki ama karamsarlığın pençesinde bir o yana bir bu yana savrulan biriysen yaptıklarınla gurur duyabilecek kadar densizleşir, hayatının anlamına biraz daha yakınlaştığını hissedersin. Senin için böyledir her şey.

Benim için öyle.

Uyandığımda bedenimin her yeri yorgunluktan kırılıyordu. Gözlerimi açmakta dahi zorlanıyor, midemin ağzıma gelmesine engel olamıyordum. Bulunduğum yer her sabah uyanmaya alıştığım yerlerden değildi. Kasvetli havası, derinden gelen iniltileriyle tam da gece yarısı sinemasına yaraşacak endişe verici bir şatoyu andırıyordu. Elimi kaldırmak istedim, olmadı. Hareket edemiyordum. Birilerine seslenmek için ağzımı açtım ama bırak tek bir kelimeyi anlamsız bir ses parçası dahi çıkaramadım. Yarı aralık gözlerimle rengarenk yaratıkları görüyordum. Duvarlarda yürüyen devasa böcekler, üzerimde uçuşan metalden arılar, çığlıkları andıran sesleriyle çevremde dolaşan uzun, ince melekler.

Buraya, bu duruma nasıl geldiğimi hatırlayamıyordum. Nerede olduğumu belki kim olduğumu da. Başımda ezici bir ağrı, göğsümde derimi yırtan mengeneler. Ayaklarımı hissetmiyordum. Bacaklarımın kesilmiş olduğu düşüncesi bir an için kabusum oldu. Neredeyse ağlayacaktım. Sonra bedensel işlevlerimin bunu bile beceremeyecek denli kontrol dışı olduğunu anladım. Beynim çalışıp durmadan imgeler üretirken vücudum benden tamamen bağımsız şekilde var oluyordu. Entelektüel açıdan oldukça komik. Varoluşçuluğun temelinde bunun yattığını bir düşünsene.

Kendime ve varlığıma daha fazla dayanamayıp uykunun dehlizlerine gizlendim. Dakikalar, saatler geçtikten sonra ikinci kez uyandığımda ortalık öncekine oranla biraz durulmuştu. Yüzümün önündeki karaltıyı saymazsak gerçek dünyaya tamamen dönmüştüm. Gri, boyaları dökülmüş duvarlarıyla ve tavana yapışık beyaz parıltılı lambasıyla bir hastane odasındaydım. Kulaklarımda bir uğultu vardı. John Mayall’ın O, Pretty Woman’ı gibi geldi ama benim burada olmam kadar anlamsızdı bu da. Rüyadayım sandım. Sorular sorup durmaya başladım kendi kendime. Rüya da mı gerçeklikte mi olduğumu anlamaya çalışıyordum. Böyle karmaşık ve garip bir rüya göremeyeceğime emindim. Karamsarım ya, tüm o meleklerin, börtü böceğin rüya olmasını, böylesi güzel şeylerin ancak rüyada yaşanması gerektiğini düşünüyordum. Oysa benim şansız ruhum gerçeğin tam ortasında bedenine kavuşmuş, yalnızca olan biteni gerçeğinden farklı algılamıştı. Düşünüyordum. Aslında ne düşündüğümü bilmiyordum.

Elimi hareket ettirebildiğimi fark edince yüzümün önünde fil hortumu misali uzanan şeye uzandım. Kısmen doğruydu. Hortumdu. Burnumun içine giriyordu. Hafifçe çektim. Midem alt üst oldu, öğürdüm. Yutağımda, nefes borumun kenarlarında sürünerek ilerlemeye çalışan bir hortumdu. En son mideme etki ettiğine göre orada da sona eriyordu. O ara elimdeki şeffaf hortuma gözüm takıldı. Bantları elimin üstündeki kılları koparan bir başka hortum. Elimi sağa sola oynattığımda daha büyük bir acıyla karşılaştım. Hortum elimin üstünde öylece durmuyordu. Ucundaki iğne damarlarımdan birine sokulmuştu ve diğer ucu ters duran o lanet olasıca serum şişesine takılıydı. Lanet olasıca çünkü bu bir süre karnım acıkmayacak anlamına geliyordu. En nefret ettiğim şeylerden biri de bu. Karnımın acıkmaması. Tatlı bir şeyler yiyemeyecek olmak. Dertten, kederden sağlam bir küfür savurdum ama ne sesim doğru düzgün çıktı ne de ettiğim laf dünyalılar için anlamlıydı. Dilim peltekleşmişti. Midem bir kez daha ağzıma kadar geldi.

Gözlerimi kapadım.

Tekrar uyandığımda sesler duyuyordum sadece. Bu kez hepsi de anlamlıydı. Bildik hastane sesleri. İnleyenler, ayak sesleri, konuşan refakatçiler, hoparlörden duyulan cılız, çıtırtılı bir ses. Başımda birinin eli duruyordu. Ilıktı. Gözlerimi açmadım.

Uyumuşum yine.

Son defa ve bu kez gerçekten uyandığımda O, annem ve bir doktor konuşuyorlardı. Doktor bir gün daha müşahede altında tutulmam gerektiğini ama isterlerse beni götürebileceklerini söyledi.

“İstiyoruz” deyip elimi kaldırdım. Elimi neden kaldırdığımı bilmiyorum. Doktor bana garip baktı. Belki bakmadı da ben o haldeyken üstüme alındım. Neyse, bunun çok da önemi yoktu. Asıl önemli olan birazdan ardı arkası kesilmeden gelecek sorular ya da kesik ve kısa puflamalarla geçirilecek işkence anlarıydı. “Ben nerdeyim, ne oldu bana?” gibi bildik, eski yöntem sorularla önce ben saldırıp avantaj yakalayabilirdim. Fakat olan biteni hatırlamaya başlamıştım. Gece olan bitenleri, hastane koridorlarını, koridorlarda hızla üstümden geçen lambaları, epinefrin diye bağıran doktorun sesini. Epinefrin de nereden çıktıysa. Alt tarafı midemi yıkamış olmaları, bir miktar ilacın ardından serum bağlamış olmaları gerekiyordu. Kalbim durmadı ki epinefrinden bahsedilsin. Kalbim! Herhalde durmamıştır. Olsa olsa ben doktorun dediğini yanlış duymuşumdur –ki bu oldukça muhtemel- veya uyduruyorumdur.

Yapılacak çok şey yoktu. Gardımı alıp bekledim. O haldeyken tek bir şey umuyordum o da hastanede yarı baygın olduğumu göz önüne alıp insaf etmeleriydi. En azından soruları şimdilik sormamaları. İlginç. Kimse soru sormadı. Bu kötüye işaret. Demek ki işkenceyi sona, ben kendimi daha iyi hissettikten sonraya saklıyorlardı. Keşke şimdi canımı çıkarsalar diye geçirdim içimden. Böylesi daha kolay olurdu, kaçması da.

O’nun asık suratını saymazsak ortam son derece yumuşaktı. Hafif, küçük şakalar, gülümsemeler. Yandaki hastanın manyakça fikirleri de epeyce eğlenceliydi. Adam midesinden ameliyat geçirmiş ve sürekli olarak dik durması gerektiğinden dem vuruyordu. Yatağın içinde hiçbir koşulda dik duramadığı için de duvarın önünde duran dolaba sırtını yaslayıp yere oturmasının tıbbi açıdan daha doğru olacağını savunuyordu. İnanç. Ne kadar da öldürücü bir silah.

Yalnız kalınca O’na durumun ne olduğunu sordum. Aslında daha sorarken pişman olmuştum. Yapabileceğim bir şey yoktu. Sormuş bulundum. Derinliklerinden fırlayan korku ve nefret hisleriyle üstüme saldırıyordu. Tırnakları etime geçiyor, her defasında küçük deri parçalarını kopararak uzaklaşıyordu. Kulaklarıma ardı arkası kesilmeyen tokatlar atıyordu. Eline geçirdiği metal bir çubukla karnıma, bacaklarıma sert darbeler indiriyor, çığlıklarımdan zevk alır bir tavırla her seferinde çıtayı yükseltip daha sert daha acımasızca vuruyordu. Kan revan içinde öylece, sessizce duruyordum. Gözleri aynen böyle bakıyordu.

Anlattı. Benden uzun süre haber alamayınca meraklanıp eve gelmiş ve beni boş ilaç kutularının yanında kucağımda yine boş bir şarap şişesiyle bulmuştu. Bu noktada şarabın çok güzel olduğunu belirtmeliyim. Adına hatırlamadığım bir marka, Bordeaux şarabıydı. Kırmızı. Ölmeden önce her insanın tatması gereken cinsten. Gerçi ben şaraptan hiç anlamam. Neyse, hastaneye koşup bir ambulans getirtmiş –hastane yüz metre kadar ötede- ve hayatımı kurtarmıştı. Bunu söylemedi tabi. İyi ki de söylemedi çünkü eminim ben onu kızdıracak bir laf etmeyi becerirdim.

Suratındaki ifadeden geleceğimin pek parlak olmadığını okuyordum. Şimdilik laf etmiyordu. Sonra, konuşmaya başladığında ben orada olmak istemeyecektim.

Annem geldi ve öğleden sonra çıkmamıza izin vereceklerini söyledi. Çıkmamız mı? Çıkacak olan benim. Siz istediğiniz an çekip gidebilirsiniz. Ben onu bile beceremiyorum.

Beceremiyorum. Evet, beceremiyorum. Son haftalarda aklımdaki tek şey bu. Bunu onlara söylemenin şimdilik bir yararı olmaz. Hem bu daha sonra silah olarak da kullanılabilir. İdareli ve düşünceli olmak lazım. Maalesef ikisine de sahip değilim. Yine de bunu gizlemek daha doğru gibi.

Ne kadar da zormuş. Gidince sorun olmaz da benim gibi gidip döndüysen karşına çıkacak bir sürü parçacıkla uğraşmak zorundasın. Ayıkla pirincin taşını. Keşke diye geçiriyor içinden insan. Gerisi gelmiyor tabi. Bende gelmedi en azından.

Her geçen dakika kendimi kötü hissediyordum. Sürekli bir savunma ve karşı saldırı planları hazırlama telaşındaydım. Biliyorum ki bir sürü cevaplamak istemediğim soruyla karşılaşacağım. Şu aşamaya geldikten sonra sıyrılmak da imkansız olacak. O yüzden de anlamsız cevaplar kurguluyordum. Kaçamak cevaplar. Uzayıp giden ama bir türlü ucu bağlanmayan. Her zaman yaptıklarımdan farklı ve karmaşık. Gerçi O’na bunların hiçbiri işlemeyecekti. Zaten beni düşündüren de ona vereceğim yanıtlardı. Ne desem boş olacaktı. Açıklamaların hiçbiri yeterince doyurucu olmayacak bu da onun beni gözleriyle, alnındaki kırışıklara verdiği biçimlerle paralamasına yetecekti.

Öğleden sonra geldiğinde hastaneden çıkmamam için herhangi bir sebep kalmamıştı. Hemşire burnumdaki hortumu kuyudan su çeker gibi çıkarınca midemde azıcık da olsa kalmış ne varsa ağzımın içine birikti. Tuvalette hepsini çıkarırken çürümüş hissediyordum kendimi.

Sonunda hastaneden çıkıp eve kapandım. Sorulardan, yüzlerden uzak durmaya çalışarak günler geçirdim. Kafamı boşaltmaya çalışıyordum. Soru sormadan beni dinleyebilecek yetenekte birilerini arzuluyordum. Aynanın önünde dikilip saatlerce kendime baktım. Yeni bir depresyon dalgasının yaklaştığını sezinliyorum. Bir şeyler yapmalı. Takıntılarla, depresyonla uğraşacak durumda değilim. Kaçmalıyım. Bir bu fikir salınıyordu aklımda. Kaçmalıyım. Hep yaptığım gibi. Gene insanlar bu lafı söyleyecekler: Hep yaptığın gibi.

Kimin umurunda.

Sanırım benim umurumda. Neden başkalarının fikirleri bu kadar önemli oluyor bizim için. Neden insanların sözlerine kulak asmadan hareket edemiyoruz. Sorumluluk duygusu mu? Kim, ben mi? Asla. Beğenilmek, takdir edilmek ihtiyacıyla başkalarının istediği biçime bürünme kaygısı mı? Bukalemun olamayacak kadar renksizim. Anlam aramak gibi bir tuzağa düşüyorsa insan bil ki korkularıyla, hayatıyla yüzleşemeyecek kertede usanmıştır kendinden.

Sayfa 3665

Uyandığımda birinin koltuk altı kokusu fena halde kaplamıştı odayı. Gözlerimi bir türlü açamıyordum. Kokudan mı yoksa korkudan mı olduğunu bilemeden dakikalarca karanlıkta kaldım. Aklımdan geçenler tıpkı şimdi kurduğum cümleler gibiydi; bağımsız ve bağlantısız.

Olduğum yerde doğruldum. Koku Okan’ındı ve hemen yanımda yatıyordu. Onun yanında da Elif. Selma ve Ece duvarın kenarına kıvrılmış, birbirlerinden güç alırcasına horluyorlardı. Pencerenin altında da –ki pencere, evimiz yarı bodrum olduğu için buradan çıkmak istiyorum dercesine tavana yakındı- Büyücü oturuyordu. Ona neden Büyücü dendiğini anlamamıştım haftalardır. Ölgün gözlerle dünyayı süzerken ben aslında yokum diyordu sanki. Bense onun bir hiç olduğunda ısrarcıydım. Kanım ısınamamıştı ona ama nedense onun en iyi anlaştığı bendim. Diğerleriyle asla birkaç kelimeden fazla konuşmazken benimle sabaha kadar çene yarıştırırdı. Sıkılırdım ama yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından kabullenirdim. İnsan aylardır uykusuzluk çekince kabul etmeyi çabuk öğreniyor.

Kafasını sağa sola oynatıp “bu sabahlar bizi öldürüyor” dedi.

Umursamadım. Çünkü arkasından uzun sürecek bir manalı konuşmanın geleceğini sezinliyordum. Beyhude! O konuşmaya başlarsa, özellikle de karşısında ben varsam bu kaçınılmazdır.

“Sanırım bir körlük yaşıyorum ve bu beni öldürüyor. Başka bir zaman olsa bunu önemsemeyebilirdim ama şimdi.. buna hiç hazır değilim.”

“Neden” diye sorma gafletinde bulundum. Aslında ağzımdan çıkan sesleri kontrol edemez durumdaydım. Suç benim sayılmazdı yani.

“Sana bi hikaye anlatayım” dedi.

Anlatma desem anlatmama ihtimali yüzde kaçtı ki? Yapacak daha iyi bir şeyin olup olmadığına baktım. Joint bitmişti. Yerde de bir sürü boş ilaç kutusu. Şişelere takıldı en son gözüm. Tekilanın dibindeki son yudumu saymazsak kurtuluş umudum adımın anlamsızlığından fazla değildi. Ayağa kalkıp yerdeki pislik içerisinde yer açtım kendime. Otururken vücudumdaki titremeyi fark ettim. O kadar uyuşturucudan sonra bu kadarı normaldi herhalde. Kafam boynumun üzerinde zor duruyor sol kolum da sık aralıklarla seyiriyordu. Hiç havamda değildim ama o başlamıştı anlatmaya.

“Hava soğuktu o gün. Aslına bakarsan hatırlamıyorum. Belki de soğuk değildi. Bunun bir önemi yok. Önemli olan onun ölümünün üzerinden altıbuçuk yıl geçtikten sonra şehrin orta yerindeki bir kafede karşıma dikilmesiydi. Aklım karışmıştı. Kapıdan içeri girdiğinde eskiden tanıdığım birini görmüş gibi olmuştum. Gerçi bu doğruydu. O eskiden tanıdığım biriydi ve ben oturduğum yerde şaşkınlıkla geniş yüzüne yerleştirdiği sırıtmasına bakıyordum. Ama insan kendini garip hissediyor. Düşünsene ölü bir adam karşında.

Şaşkınlığım yanımdaki güzel bayanın ilgisini çekmişti. Şimdi onun da adını hatırlamıyorum. İnsanın hatırlamadığı çok şey olabiliyor. Bir kadın da o hatırlayamamalara ek olarak kaydedilebilir. Neyse. Bana neden bu kadar şaşırdığımı sorduğunda verecek hiçbir cevabım yoktu. Ona ne demeliydim ki? ‘Şu arkadaş altıbuçuk yıl önce ölmüştü’ mü yoksa ‘eskiden tanıdığım ölü bir arkadaşı gördüm canım’ mı? Gözlerinin içine bakıp yalan da söyleyebilirdim. Eğer o bütün sevecenliği ve hızlı hareketleriyle bana yeterli vakti bırakmadan masamıza yaklaşmamış olsaydı. Eğer bana bunu yapmasaydı belki şimdi kendimi daha iyi hissedebilirdim. Eğer… Olmadı. Yanıma geldiğinde içimde tarifi pek etkili olamayacak bir soğukluk duyumsadım. Bu, bende havanın soğukluğu yanılsamasını yaratmış olabilir.

“Sevgili dostum!” diye bağırarak beni kolları arasına aldı. Sanırım bana yaklaştığında ayağa kalkmıştım. Yoksa kucaklaması zor olurdu. “Çok uzun zaman oldu” diye de devam etti. İlk farkına vardığım gözlerindeki bulanık bakışlardı. Korkudan kıçımdan akan terlere inat bir şeyler geveledim. Oysa bana aldırmadan kafasını çevirip “Kusura bakmayın güzel bayan, bir anda masanıza atladım fakat sevgili dostum ve ben uzun zamandır ayrıyız. Onu burada görmek beni çok heyecanlandırdı. İzninizle kendimi tanıtayım.” dedi. Elini uzatan kadının elini büyük bir ustalık ve onda hiç görmediğim bir nezaketle öptü: “Adım Spade, Sam Spade”

Birileri bereket versin ki kadıncağız sinema veya edebiyatla ilgili değildi de Sam Spade adını duyunca şaşırmadı. Bense kıçımdaki terlerin vıcık vıcıklığına rağmen gülümseyebildim. Sanırım o kadından ayrılma sebeplerimden en önemlisi sadece güzelliğiydi. Başka bir numarası yoktu. İnsan böyle bir kadınla ne kadar yol kat edebilir ki?

Spade ki bunu üstüne basarak söylediğimi farz edebilirsin teklifsizce oturdu. Ardı ardına kurduğu karmaşık tümcelerle kafamı çatlatırcasına doldurdu. Sırf meraktan sormak istediğim bir soruya acele yanıt bulmak niyetindeydim. Konuştukça konuştu. Hiç durmayacaktı. Bir müdahale gerekliydi. Cesaret edemedim. Edemezdim de. Düşünsene altı buçuk yıl. Bunca zaman ölü olduğunu bildiğin birine nasıl müdahale edersin?

Saatlerce sürdüğünü zannettiğim sohbetimiz kadının gitmek zorunda olduğunu belirtmesiyle nihayete erdi. Hay allah! Kadın dedikçe kendi kendime tuhaf geliyorum. Keşke adını hatırlayabilseydim. Aman canım hatırlasam ne olur ki? Alt tarafı hayatımdan geçip giden biriydi.

Yalnız kaldığımızda Spade, ki artık gerçek adı konusunda hiçbir fikrim yoktu, sustu. Dakikalarca sustu. Susmakla kalmayıp tüm diğer ifade ediş biçimleri haklarında da feragat etti. Ben endişeyle onu süzüyordum. Zaten sırf bu yüzden bana ‘endişeliadam’ lakabını taktı. Haftalar sonra o anı anımsadığımızda kasıklarımız çatlayana dek gülmüştük. Aslında ben ağlamıştım ama o aşırı gülmenin sonuçlarından biri gibi görmüş olmalı bunu. En azından ben öyle umuyorum. Çünkü neden ağladığımı sorsaydı verecek cevabım yoktu. Ona yalan da söyleyemezdim.

Sessizliği bozan Spade oldu. Bana kısaca hikayesini anlattı. Ölmemişti. Bir tür katalepsi yaşamış ve biz onu, dediğine göre, büyük bir keyifle toprağın altına saklamıştık. Toprakla ne kadar bir süre yakınlaştığını tam olarak bilmiyor ama tahminimce altı saatten fazla olmamalı. Bir insan, bu Spade bile olsa, daha fazla canlı kalamazdı. Katalepsiyle en büyük yakınlığım Poe’nun öyküleriyle sınırlıdır ama altı saat makul görünüyor. İşin komik yanı toprağı elleriyle yararak çıktıktan hemen sonra bir tür satori yani aydınlanma yaşamış. O hızla kendini yollara vurmuş. Önce Floransa’ya ardından sırasıyla Roma, Paris, Viyana, Kudüs, Umtata, Kiev, Manaus, Bogota, Asuncion, Punta Arenas, Antananarivo, Nha Trang, Jaffna, Ulsan ve Bombay’a gitmiş. Ben bahsettiği yerlerin bazılarını haritada bulmakta zorlanırken o ne tür bir inançla o şehirleri buldu bilemiyorum. Ama öyle ya da böyle bulmuş. Dediğine göre de bu yolculuk ona çok şey katmış. Kendinden alıp götürdüklerini de bir tür hediye olarak kabul etmiş. Anlattıklarının bir kelimesine dahi inanmadım tabi. Her ne kadar onu görmediğim süre zarfında tüm bunları yapabilme şansına erişmiş olması ihtimali gözümden kaçmasa da benim yapmak isteyip de yapamadığımı gerçekleştirmesi sinirimi bozmuş olacak ki ona inanmadım. Keşke ona bunları ilk anlattığında inansaydım. Başıma bunca iş gelmezdi.

Şimdi durup bir düşün!. Adam, biz ona Spade diyelim, ölüyor, gömüldüğü mezardan altı saat sonra çıkıyor, kendini ve anlamını fark ediyor, vakit kaybetmeksizin yollara düşüyor ve altı buçuk yıl aradan sonra karşıma dikiliyor. Biliyorum, hiç de mantıklı değil. Fakat sen bunu bir de ona anlatmayı dene. Ben sana söyleyeyim, hiç deneme. Bu hataya düştüm, düştüğüme de pişman oldum. Merak edersen eğer bu hikayeyi daha sonra anlatırım, belki.

Sözünü bitirdiğinde yüzüne nasıl bakıyorduysam bana “Ne oldu?” diye sordu. Elimle yok bir şey gibisinden bir hareket yaptım. Sadece “İyi” dedi. Arkamı dönüp garsonu çağırdım. Bloody Mary istedim. Genç çocuk kafede içki servisi yapılmadığını belirtti. Ben de koyu, şekersiz bir kahve istedim. Bloody Mary’nin yerini tutacağını düşünmüştüm. Kahve gelene kadar hatta kahveden bir yudum alıncaya dek olarak düzeltelim biz onu, konuşmadım. Anlattıklarının üzerine kafein bende ani bir sarsıntıya yol açmış olmalı ki “E ne bok yemeye döndün?” dedim. Hata yaptığımı fark etmiştim. Çok geçti. Masada bana fırlatacağı bir şeyler var mı diye baktım, yoktu. Yüzüne çevirdim gözlerimi. Kaşları çatılmış şekilde düşünceli görünüyordu.

“Önemli bazı konular ve bulmamız gereken bazı şeyler var. İvedi davranmamız gerekecek. Sana kısaca durumu anlatayım. Yalnız beni iyi dinlemelisin. Tekrarlarla uğraşacak kadar dahi vaktimiz yok.”

Sözünü kestim. “Neden ben?”

Şaşırma sırası ondaydı. Onu o kapıdan ilk girdiğinde büründüğüm görüntü karşımdaydı. İntikamın keyfinden, üstte olmanın verdiği gururdan büyülenmiştim.

“Sen… güvenebileceğim tek kişisin.”

İntikam mı beraberinde nefreti getirir yoksa intikamı besleyen nefret midir? Utanmıştım. Rengimin baştan ayağa değiştiğini duyumsuyordum. Sıkıntı bastı. Terlemem birden durdu. Buz küpleriyle çevrelenmiştim. Çığlığım boğazıma takıldı. Yüzüme dökülen saçlarım canımı acıtıyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiş parmaklarımı kırmaya çabalıyordum. Kesik kesik nefes alıp, mümkün olduğunca az ses çıkarmaya uğraşıyordum. Aklıma takılan eski bir şarkının sözlerine tutunup kaçmak istedim. Utanmıştım işte.

“Anlat” diyebildim sadece.

“Burada olmaz. Daha sakin bir yer bulmalıyız. Anlatacaklarım seninle benim sırrımız olacak. Başka kulaklara ihtiyacımız yok. Bildiğin güvenli bir yer var mı?”

Hesabı ödeyip kafeden ağır adımlarla çıktık. Kant felsefesindeki sentetik hükümlerden, silikon vadisindeki gelişmelerden, çiçek polenleri vasıtasıyla sinir gazı taşınıp taşınamayacağından ve Van Gogh’un eski kulağı kesiklerden olması üzerine yaptığımız bir dolu anlamsız sohbet bizi evimin kapısına varana dek idare etti. İkimiz de sıkılmamıştık sohbetimizden. Ne de olsa altı buçuk yıl geçmişti aradan. Yavaş yavaş onun eksikliğini yaşamış olduğumu görüyordum. Özlemiştim onu. Kollarımda öldüğü günden bu yana başka biriyle böylesi anlamsız ve keyifli konuşamamıştım.

Apartmanın önünde durdu aniden. Dudaklarını büzüştürdü. “Evde içecek ne var?”

Eskiden de böyleydi. Kafası hızlı çalışır, aynı anda bin bir farklı tilkiyle oynaşırdı.

“Sanırım sadece su var.” dedim. Birden gözlerinin içi parladı. Ağzını kulaklarına varırcasına açtı. “Bu iyi.” dedi. Her zamanki gibi anlamamıştım. Ama o beni anlamıştı. “Yani dikkatimizi dağıtacak bir şey yok evde.”

Omzuna dokunup hafifçe içeri ittim. Merdivenleri tırmanırken onu tekmelemek geçiyordu içimden. Küfürler savurup kafasını kaldırım taşlarına vurmak. Gerçekten özlemiştim onu.

Ev, evim berbat bir şekilde kokuyordu. Emin ol, Okan bile bu kadar kötü kokmuyor. Rutubet, alkol, sigara ve sıkıntı karışımı. Hiç aldırış etmedi buna. Salona geçip pikabın başında durdu. Göz ucuyla plakları karıştırıyordu. Bilir beni. Plaklarıma ne kadar az dokunulursa ben o kadar çok mutlu olurum. Birçok arkadaşım –ki o zamanlar arkadaşlarım vardı, şimdiki gibi değildi yani- onlara dokunmaz bile. Dinlemeyi arzuladıkları neyse bana söylerler, ben de onlar için çalarım. Ama o farklıydı. Onlara benim gibi bakabilen tek kişiydi. Anlamlandıramadığım bir hızla elini rafa uzatıp bir plak çekti ve neredeyse aynı hızla pikaba yerleştirdi. Endişelenmedim diyemeyeceğim. Bir an içim gitmişti; düşecek veya rafa çarpıp kırılacak diye. Neyseki dikkatli biridir.

Müzik başladığında gülümsedim. O, şarkıya eşlik ediyordu: “Is there anybody going to listen to my story all about the girl who came to stay”. Beatles eski hastalığımızdır. Gerçi birçok kişinin öyledir. Ama bizim için farklı bir anlamı vardır. Tanıştığımız gün gökten bir Beatles plağı düşmüştü. Ciddiyim. Arka sokaklardan birinde yürürken bir kadın çığlık çığlığa balkonundan Help albümünü atmıştı sokağa. Önce kadının şifreli olarak yardım istediğini düşünmüştük fakat şu söylediklerini duyunca bunun bir sevgili kavgasının sonlanmasına işaret ettiğini anlamıştık: “Beatles kadar bok düşsün kafana!” Güzel bir başlangıçtı bizim için.

“Başla artık anlatmaya” dedim fütursuzca. Şarkıya devam etti. Benimle hiç ilgilenmiyordu. Gözleri kapalı, ayağında ritim. Şarkı bittiğinde “Beatles için her zaman vakit vardır” dedi. Neredeyse ağlayacaktım. Başını avuçları arasına alarak oturdu. Ayalarıyla yüzüne ilginç bir masaj yapıyordu. Belli ki kendine gelmeye çalışıyor dedim fısıltıyla. Birkaç dakikanın ardından anlatmaya başladı. Hikayesinin içeriğini şimdi burada sana anlatmama gerek yok. Aslına bakarsan çok da önemli değil. İlginç olan kısmı anlattıklarında Borges’in izlerinin olmasıydı. Öylesi bize ait bir hikayeydi ki başlangıçta onu gömdüğümüz günden bahsediyor zannetmiştim. Hikayesinin devamı geldiğinde aynı gün içinde ikinci bir eski dostla, farklı bir şekilde karşılaşmanın sıcak hüznünü yaşıyordum. Az daha devam etseydi sulu gözlüğüm tutacaktı yine. Söyleyecek söz kalmamıştı. “Borges seninle gurur duyardı” diyebildim.

Somurtarak baktı. “Yok yahu, olsa olsa ‘çük kafalı japon askeri’ derdi.”

Gülmeye başladım. O benden çok gülüyordu. Tıpkı Cingöz Recai’deki Ayhan Işık gibi, haykırırcasına. Ne kadar bir süre güldüğümüzü bilemiyorum. Durulduğumuzda neye güldüğümüzü bile unutmuştum ben. Hala Beatles çalıyordu, evin kokusu da aynıydı.

Durdum ve “Bi bok anlamadım” dedim. İkinci bir kahkaha tufanı kopması ihtimaline hazırlamıştım kendimi ama olmadı. Hemen konuya girmek niyetindeydi. Koltuğa yerleşmesi, mimikleri, soluk alıp verişi belli ediyordu. İster istemez toparlandım. Tüm ciddiyetimle onu dinlemeye hazırdım. Ne çıkacağını merak ediyordum. Aklım hikayesine takılmıştı ve o bekleyiş anlarında hikayeye bağlayabileceği konuları düşünüyordum. Tanıdığım adam herhangi bir şeyi buna bağlayabilirdi. Bu yüzden de boşa çaba sarf ediyordum. Bilmeme rağmen gene de tahmin yürütmekten geri duramıyordum.

“Şimdi üzerinde bulunduğumuz şehir...” diye başladı konuşmaya. Bir an onun palyaço kılığına girmiş bir öğretmen olduğu fikrine kapılmıştım. Neyse ki uzun sürmedi. “…gizemler barındıran, onlarla var olan bir şehir. Her zaman gözden kaçan, başka önemli şehirler yüzünden pek aldırış edilmeyen, unutulduğu için haksızlığa uğrayan bir şehir.” Hak vermiştim bu dediğine, benim fikrim koca şehir için ne kadar önemliyse. “Yolculuklarım sırasında bir şeyi fark ettim. Bu şehir ya dünyanın merkezi ya da ondan daha önemli. Aslında tam olarak ne olduğunu bildiğimi düşünüyorum ama bunu sana açıklamak için henüz vakit var. Önce düşüncemden emin olmalıyım. Bunun için de yardımına ihtiyacım. Lütfen bunu basit bir gizem araştırması olarak düşünme. Bu çok daha derin. İçeriye ve belki aşağıya inmekle alakalı. Kendi dehlizlerimize. Korkularımıza yapacağımız bir tür yolculuk. Sonuçta bulacağımız şey yine kendimiz olacağız, bunu da biliyorum. Ama denemeliyiz. Emin olmalıyız. “ Sözü burada bıraktı. İştahla bana bakıyordu. Afrika’da bulunmuş olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Hatırla dedim kendime. “Tam da bununla alakalı işte” dedi. “Hatırlamak, bilmek ve olmakla.”

Şok geçiriyordum. Aklımı okuyordu.

Bayılmışım. Kendime geldiğimde korkudan titriyordum. Yanımda oturmuş buğulu gözleriyle bakıyordu. Elimi tuttu. Dokunuşu çok yumuşaktı. Kendimi güvende hissettim. Sorularla boğuşurken güvende olmak insanı kendine getiriyor. Oda üstüme kapanıyordu ama rahattım. Sıcaklığı bana güç veriyordu. Doğrulmak istedim, izin vermedi. Zaten kalkacak durumda da değilmişim. Yaptığım küçük bir hareket beni oldukça yormuştu. Konuşmaya çabalamanın da anlam ifade etmeyeceğini biliyordum. Bilmek! Bir yanılsama mı? Peki ya anlam?

Kaldık öylece. Bana binyıllar gibi gelmişti. Midem bulanıyordu. Hala korkuyordum.

“Böyle etkileneceğini düşünmemiştim” dedi içime bakarak

“Ben senin aklını okusaydım sen nasıl olurdun?”

“Aklını okumak mı? Ne yani aklını okuduğumu mu zannettin?”

Gene anlamamıştım. Tesadüf müydü bu? “Kapatalım bu konuyu ama bana şunu söyle, insanların aklını okuyabiliyor musun?”

Güldü. “İnan bunu çok isterdim.” Durdu bir süre. “Yani şimdi sen anlattıklarımdan değil de aklını okuduğumu düşündüğünden mi bayıldın?”

Başımı sallamakla yetindim. Komik bir durumdaydım. Ama altı buçuk yıl ölü olduğunu bildiğin biri karşına dikilse ve senin düşündüğün son şeyi dillendirse sen ne düşünürdün?

“Şimdi uyu, yarın devam ederiz.” Akşamın son sözleriydi bunlar.”

Bu noktada Büyücü derin bi nefes aldı. O an hikayesi boyunca soluklarını duymadığımı anımsadım. Bu pek de doğru gelmedi doğal olarak. Şöyle kabullenebilirdim; anlamsız bir hikayenin sıkıcılığı o an oradaki her şeyle bağlantımı koparmıştı. Ama değildi. İlk defa bu kadar odaklanmıştım bir şeye. Şey mi? Ne diyorum ben?

“Sonra ne oldu” diye sordum.

Bir sigara yaktı ve esnedi. Gece boyunca uyumamış olduğunu anladım. Bir tür koruma içgüdüsüyle şehrin karanlığa gömüldüğü saatler boyunca başımızda nöbet tutmuştu. Hoşuma gitti tabi ki. Korunduğumu hissetmek bana güven veriyordu. Bu güven ne zamandır yoktu bende. Ağzından çıkardığı duman parçacıklarıyla ismini havaya yazdığını zannettiğim sırada sessizliğini bozdu.

“Bilmiyorum. Ama emin ol öğrenmek isterdim devamını.”

Anlamamıştım. “Nasıl yani?”

“Onu o günden sonra bir daha hiç görmedim.” Araya çıtırtılı bir duman boşluğu koyduktan sonra “Yani Spade’i” dedi. “Gün ışıdığında o yine yanımdaydı ama bana kendini bu kez Neal Cassady olarak tanıttı. Ve inan akşamla ilgili hatırladığı hiçbir şey yoktu.”

Tam konuyla ilintili kafamda biriken soruları sormaya başlayacaktım ki Ece uyandı. Büyücü eliyle bana sus işareti yapıyordu aynı anda. Boşlukta asılı kalmaya benzer bir duyguyla zaman ağır ağır akıyordu. Ece olduğu yerde doğruluyor, Büyücü dudaklarını dik kesen parmağını yer çekimine emanet ediyordu. Bense ikisi arasında gözlerimi paralıyordum. Discovery Channel’da ağaçtan ağaca atlayan yılanın slow motion görüntüleri gibiydi zaman. An bittiğinde Büyücü “Daha sonra vaktimiz olursa konuşuruz” dedi.

O vakit ancak haftalar sonra geldi. Biz oraya gelene dek ise hayatımızda oldukça köklü değişiklikler yaşanmıştı. Ece’yle birlikte olan Selma onu terkedip Okan’a yani eski sevgilisine döndü. Okan bunu rahatlıkla kabullenirken Elif –ki Okan’ın sevgilisiydi- poligamik bir ilişkiye hazır olmadığını söyleyerek teselliyi kokainde aradı. Kokain stoklarımız tükendiğinde eroin mi yoksa LSD mi kullansam sorusunu bana sordu. Ben de eline yarım poşet dolusu ot tutuşturdum. Ama boru otunu kaynatıp içeceğini söylemeyi unutmuşum ve ceza olarak bir hafta boyunca yataktan çıkmadık. İnanılmaz güzel iç çamaşırlarıyla bir hafta geçirmek bana iyi gelmişti. Takıntılı ve fetişist biriyimdir. Sanırım bu yüzden insanlar bana istediklerini hemen yaptırabiliyorlar. Yalnız onca iç çamaşırı arasında Elif’i hiç hatırlamıyorum. O da bunun farkına varmış olmalı ki bir haftanın sonunda joint bulmaya çıktığımda vakit geçirmeden Ece’yi almıştı yatağa. Kapıdan girdiğimde oldukça erotik bir pozisyondaydılar ve onları izlemekten kendimi alamadım. Fark ettiklerinde beni de çağırdılar aralarına ama hiç halim yoktu. Açıkçası joint daha çekici gelmişti. Şimdi düşündüğümde teklifi geri çevirdiğim için hayıflanıyorum. Zira o jointten sonra takıntılarım had safhaya çıktı ve ben artık her şeyi sayıyorum. Otobüsle giderken yoldaki elektrik direklerini, bekleme odalarındaki çizgili camların çizgilerini, halının işlemesindeki minik figürleri ve daha birçok şeyi. Gerçi o jointi kullanmasaydım da sayacaktım her şeyi ama ben bunu milat olarak almayı tercih ediyorum. Hani hep yaparız ya, suçu başkasına atma durumu yani. Doktorum da benimle bu konuda hemfikir. Tutturmuş bir obsesif kompulsif bozukluk lafı. Neymiş? Topluluk içinde sıkıntılarımı bu şekilde ifade ediyormuşum veya sıkıntılarım beni bu şekilde bir kaçışa yöneltiyormuş. Doğrudur belki ama kimin umurunda?

Neyse hayatımız değişti dedim ya bunlar en küçük değişikliklerdi. Evden ayrılmaya karar verdik. Bu bizim için büyük bir adım, insanlık pek umursamasa da. O lanet olasıca yarı bodrum bizi neredeyse öldürecek durumda. Bir şekilde içeriyi su basmış ve biz nemden kolumuzu kaldıramıyoruz içeride. Her yerimizde garip kabarcıklar ve yaralar çıktı. Bir ara Okan bu kabarcıkların frengi olduğunu iddia etse de insanın kulaklarının arkasında bile frengi çıkacağına ihtimal vermediğimizden onu ciddiye almadık yine. Zaten onu ciddiye aldığım bir zamanı da hiç hatırlamıyorum. Okan’ın sivri fikirleri yetmezmiş gibi bir de evin içinde türlü böcekler peydah oldu. Renk renk, çeşitli boylarda küçücük yaratıklar. İnsan uyuştuktan sonra önemsemiyor bunu ama sabah kendine geldiğinde kötü oluyorsun. Bir sabah yüzümde kocaman kıllı bacaklarıyla yürüyen bir örümceğe rastladım. İletişim kurmaya çabaladıysam da beni pek önemsemedi. İnsanların beni önemsememesi en büyük korkum. Bereket versin o insan değildi.

Yaşadığımız başka değişiklik hepimizin okuldan atılmasıydı. Buna da hazırlıklıydık. Ben Felsefe’ye kaydoldum. Diğerleri de ilgilerini hiç çekmeyen başka bölümlere. Hepimiz durumdan mutluyduk. Unutmadan, Elif bir gün elinde bir sürü kitapla geldi ve artık çeviri yaparak para kazanacağımızı söyledi. Biz de içten gelen heyecanla oturduk kitapların başına. Kızlar İngilizceden, Okan ise İtalyancadan çeviriyordu. Bana da şimdi hatırlamadığım Latince bir metin vermişlerdi. O işten epey para kazandık. Paranın büyük kısmını yeni ev için ayırırken kalanını da yiyecek, içecek ve uyuşturacak şeyler için harcadık. Dönem içerisinde en sevdiğimiz keyif verici madde Ece’nin blues ustalarına saygı mahiyetinde T-Bone adını taktığı şimdi burada ismini zikredemeyeceğim bir kas gevşeticiydi. Pink Floyd’un Animals’ını, Tangerine Dream’den Alpha Centauri’yi veya Van Der Graaf Generator’ün The Least We Can Do Is Wave To Each Other albümünü takıp saatlerce dinleyip resimler yapıyorduk.

Ah, bu arada Büyücü bizden uzaktaydı. Yokluğunu fark etmemiş olsak da bir tür eksiklik hissediyorduk. Tatile çıkıyorum deyip yanına değil çanta cüzdanını bile almadan gitmişti. Döndüğünde bizden kalan çok şey de yoktu.

İlk sözü “Yarım kalmış bir hikayemiz var” oldu.

Ben dinlemeye istekliydim, o da anlatmaya. Denizin kıyısına indik sabahın köründe. Sırf moral olsun diye pantolon paçalarımızı sıyırıp ayakkabı ve çorapları çıkardık. Ayaklarımız suya değemese de biz huzurluyduk. Hikayesi devam etti, kaldığı yerden başlamayarak.

“Herhangi bir yerle bambaşka herhangi bir yer arasındaki koyu gri asfaltın paralelinde, üç metre kadar açıkta çınar ağacına bindirmiş 57 model Chevrolet Bel-Air’ın içindeki dört kişi –ki bunlardan sürücü olanı yani Cassady aldığı darbenin etkisiyle baygındı- olan bizler neden orada olduğumuza dair hiçbir fikre sahip değildik. Ayrıca hiçbirimiz –Cassady hariç, bildiğin üzere o baygın- çınar ağacının bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde ne işi olduğunu da bilemiyorduk.

Cassady’nin yanında yani oturmam gereken yerde oturan ben sinirden titreyerek kapıyı açarken bağırıyordum: “Lanet olsun! Ne oldu bize!” Benden hemen sonra arka koltukta oturanlardan biri olan Tesisatçı dışarı fırladı. Sağa sola bakınıp olduğu yerde yığıldı, kaldı. Tesisatçının yanında kim oturuyorduysa, zira ben artık hatırlamıyorum, önce Cassady’e sonra bana ve en son olarak da Tesisatçının garip durumuna boş gözlerle baktı. Günlük bir gazetenin politika haberleri sayfasını inceler gibiydi. O an hakkında son hatırladığım ben bayılmak üzereyken onun benden önce başının koltuğa düştüğünü görüşümdü.”

Bu noktada hep yaptığı üzere derin soluklu bir ara verdi Büyücü. Denizin üzerindeki çöpleri inceliyordu. Bir martı geçti üzerimizden sessizce. Onun suskunluğu boyunca birçok şey gelip geçti aklımdan. Madagascar’daki Lemurlar, evi taşıyıp taşıyamayacağımız, paranın ne kadar süre bize yeteceği, mutfaktaki mavi varilin altına sakladığım joint’in durup durmadığı, fabrikadan halka satış yapılan yerlerde gerçekten halka satışı mı yapıldığı benzeri bir sürü günlük düşünceler. Sanırım bu kez anlattığı öykü ilgimi çekmemişti veya anlatmak istediği önemli konuya henüz gelmemişti de ben sabırsızlık ediyordum. Cebinden bir kutu çıkardığını gördüm. Siyah deri kaplı bir kutuydu. Kutuya hiç bakmadan dakikalarca evirip çevirdi sol eliyle. Merakımın üzün soluklu olmayacağını biliyordum. Az sonra kutunun içindekini bana göstermesi gerekliydi. Yapmadı. Ben kendi içimde çılgınlığa kapıldıkça o sanki kutuyu benden uzaklara fırlatacakmışçasına keyifle gülümsüyordu.

“Ne var o kutuda?” diye sorma cesaretini gösterdim dakikalar sonunda. Derin bir of çekti. Boynunu öne arkaya oynattı. Kutuyu bana doğru uzatırken “Merak en büyük beladır” dedi. Bunu biliyorum tabi ki. Ama ben sadece merak ettim, hepsi bu.

Kutuyu elime tutuşturduğunda sakin olmamı öğütlüyordu. İçinde onun adına gerçekten değerli olan bir hazinenin varlığından bahis açtı. Tek derdim kutuyu açmaktı. İçinde ne olduğunu görürsem rahatlayacaktım ve içinde ne varsa beni hiç ilgilendirmiyordu. Ben öyle sanıyordum. Çünkü kutunun kapağını hafifçe aralayınca beynimin havaya uçacakmışçasına zonkladığını duyumsadım. Çok güzel, masmavi bir göz bana bakıyordu kutunun aralığından. Kapağı hiddetle kapattım.

“Sana söylemiştim” dedi.

“Bana hiçbir şey söylemedin” dedim. “Tek söylediğin merakın en büyük bela olduğuydu. Bu bu bela değil, bu başka bir şey, bu çılgınlık, bu nefret, bu mide bulantısı. Bu bela değil dostum, bu tam anlamıyla dehşet.”

Kutunun kapağını kapatmıştım. Elimde daha fazla kalmasını istemediğimden ona vermeye çalışıyordum iğrenerek. Oysa almayacakmış pozları takınmıştı. Suratının ortasına sert bir yumruk savurmak istiyordum. Kanım çekilmiş, midem alt üst olmuştu. Kusmak çözüm olsaydı her yere çıkaracaktım içimdekileri. Saatlerce koşabilirdim bu korkuyla. Arkama bile bakmadan yüzlerce kilometre öteye atabilirdim kendimi. Elini sakince uzatıp aldı sonunda kutuyu elimden. Terliyordum durmaksızın. Ecel terleri gibiydi üzerime yapışan ıslaklık.

“Bu benim gözüm” dedi.

Onca sıkıntının arasında kahkahayı koy verecektim neredeyse. Adam gözünü siyah deri kaplı bir kutuya koymuş ama bir yandan da iki gözüyle bana bakıyor. “Saçmalıyorsun” dedim.

“Öyle mi?”

“Evet, öyle.”

“Bu benim üçüncü gözüm” dedi.

“Hmm” demekle yetindim.

“Demeye çalıştığım şu; İnsan bazen kendini kaybedebiliyor. Yerin ya da zamanın önemi yok. Geriye dönüp baktığında avuçlarının içinde hiçbir şey kalmadığını görüyorsun. Ne büyük bir yalnızlıktır bu bilir misin? Ben söyleyeyim, bilemezsin. İçtiğin o kadar uyuşturucuya rağmen bir kez olsun kendini kaybetmediğini biliyorum. Hatıraların var senin, anıların. Geçmişinden bilip de anlatabildiğin, başka insanlarla tanıştırabildiğin insanlar var. Ailen var. Ellerinin arasından damlasalar da aslında çoğu avuçlarına yapışmış bir hayatın var. Kaybedecek çok şeyin var.” Dedi öfkeyle bağırarak. Martılar bile ürkmüştü sesinden. Bense tir tir titriyordum. Söyledikleri o an bende karşılık bulmamıştı ama o son çıkışı beni alaşağı etmişti.

“Benim hiçbir şeyim yok” diye devam etti.” Sana anlattığım her şey aslında birer hikayeden ibaret. Anılarım yok, arkadaşlarım yok, ağacından şeftali çaldığım bahçeler yok. Anlattıklarımın hepsi asla var olmamış şeyler. Gerçeğin ötesinde. Benim bir belleğim yok. Benim hiçbir şeyim yok. Artık ben bile yokum.”

“Dur bir dakika. Bugüne değin bana anlattığın hiçbir şey gerçek değil miydi demek istiyorsun?”

“Sana aslında benim bile var olmadığımı söylemeye çalışıyorum” dedi. Dedi ama ben dediklerinden bir şeyler anlayacak bir tip değilim. O nedenle de kafam çok başka yerlerdeydi. Ayağa kalktım. Üzerimi başımı toplayıp şöyle bir silkelendim. Sakinleşmeye çalıştığımın farkındaydım. Titremem geçiyordu.

“Eve gidiyorum ben” dedim.

Arkamı dönüp uzaklaşmaya başladığımda seslendi. “Yakında sen de benim gibi olacaksın. Gidecek bir yerin kalmayacak!”

Sözleri ilgimi çekmiyordu artık.

Sayfa 56899

“Bazen insan, herşeyi olmasa bile bazı şeyleri değiştirebileceği inancına kapılıyor. Ölümüne neden olan şeyi varoluşun olarak görüyorsun yani. Ne büyük yanılgı! Yıllarca basit bi gergefle uğraşıp sonunda elinde hiç ip kalmadığını görmek bu. Bitmemiş, defalarca düzeltilmiş ve artık işe yaramaz bez parçası üzerinde o yana bu yana savrulmuş iplikçikler. İpliği bittiğinde ne yapar insan?”

Sayfa 86

Hava soğuktu o gün. Aslına bakarsanız hatırlamıyorum. Belki de soğuk değildi. Bunun bir önemi yok. Önemli olan onun ölümünün üzerinden altıbuçuk yıl geçtikten sonra şehrin orta yerindeki bir kafede karşıma dikilmesiydi. Aklım karışmıştı. Kapıdan içeri girdiğinde eskiden tanıdığım birini görmüş gibi olmuştum. Gerçi bu doğruydu. O eskiden tanıdığım biriydi ve ben oturduğum yerde şaşkınlıkla geniş yüzüne yerleştirdiği sırıtmasına bakıyordum. Ama insan kendini garip hissediyor. Düşünsenize ölü bir adam karşınızda.

Şaşkınlığım yanımdaki güzel bayanın ilgisini çekmişti. Şimdi onun da adını hatırlamıyorum. İnsanın hatırlamadığı çok şey olabiliyor. Bir kadın da o hatırlayamamalara ek olarak kaydedilebilir. Neyse. Bana neden bu kadar şaşırdığımı sorduğunda verecek hiçbir cevabım yoktu. Ona ne demeliydim ki? Şu arkadaş altıbuçuk yıl önce ölmüştü mü yoksa eskiden tanıdığım ölü bir arkadaşı gördüm canım mı? Gözlerinin içine bakıp yalan da söyleyebilirdim. Eğer o bütün sevecenliği ve hızlı hareketleriyle bana yeterli vakti bırakmadan masamıza yaklaşmamış olsaydı. Eğer bana bunu yapmasaydı belki şimdi kendimi daha iyi hissedebilirdim. Eğer… Olmadı. Yanıma geldiğinde içimde tarifi pek etkili olamayacak bir soğukluk duyumsadım. Bu, bende havanın soğukluğu yanılsamasını yaratmış olabilir.

“Sevgili dostum!” diye bağırarak beni kolları arasına aldı. Sanırım bana yaklaştığında ayağa kalkmıştım. Yoksa kucaklaması zor olurdu. “Çok uzun zaman oldu” diye de devam etti. İlk farkına vardığım gözlerindeki bulanık bakışlardı. Korkudan kıçımdan akan terlere aldırmaksızın bir şeyler gevelemek istedim. Oysa bana aldırmadan kafasını çevirip “Kusura bakmayın güzel bayan, bir anda masanıza atladım fakat sevgili dostum ve ben uzun zamandır ayrıyız. Onu burada görmek beni çok heyecanlandırdı. İzninizle kendimi tanıtayım.” dedi. Elini uzatan kadının elini büyük bir ustalık ve onda hiç görmediğim bir nezaketle öptü: “Adım Spade, Sam Spade”

Birileri bereket versin ki kadıncağız sinema veya edebiyatla ilgili değildi de Sam Spade adını duyunca şaşırmadı. Bense kıçımdaki terlerin vıcık vıcıklığına rağmen gülümseyebildim. Sanırım o kadından ayrılma sebeplerimden en önemlisi sadece güzelliğiydi. Başka bir numarası yoktu. İnsan böyle bir kadınla ne kadar yol katedebilir ki?

Spade ki bunu üstüne basarak söylediğimi farzedebilirsiniz teklifsizce oturdu. Ardı ardına kurduğu karmaşık tümcelerle kafamı çatlatırcasına doldurdu. Sırf meraktan sormak istediğim bir soruya acele yanıt bulmak niyetindeydim. Konuştukça konuştu. Hiç durmayacaktı. Bir müdahale gerekliydi. Cesaret edemedim. Edemezdim de. Düşünsenize altıbuçuk yıl. Bunca zaman ölü olduğunu bildiğiniz birine nasıl müdahale edersiniz.

Saatlerce sürdüğünü zannettiğim sohbetimiz kadının gitmek zorunda olduğunu belirtmesiyle nihayete erdi. Hay allah! Kadın dedikçe kendi kendime tuhaf geliyorum. Keşke adını hatırlayabilseydim. Aman canım hatırlasam ne olur ki? Alt tarafı hayatımdan geçip giden biriydi.

Yalnız kaldığımızda Spade, ki artık gerçek adı konusunda hiçbir fikrim yoktu, sustu. Dakikalarca sustu. Susmakla kalmayıp tüm diğer ifade ediş biçimlerinden de feragat etti. Ben endişeyle onu süzüyordum. Zaten sırf bu yüzden bana ‘endişeliadam’ lakabını taktı. Haftalar sonra o anı anımsadığımızda kasıklarımız çatlayana dek gülmüştük. Aslında ben ağlamıştım ama o aşırı gülmenin sonuçlarından biri gibi görmüş olmalı bunu. En azından ben öyle umuyorum. Çünkü neden ağladığımı sorsaydı verecek cevabım yoktu. Ona yalan da söyleyemezdim.

Sessizliği bozan Spade oldu. Bana kısaca hikayesini anlattı. Ölmemişti. Bir tür katalepsi yaşamış ve biz onu, dediğine göre, büyük bir keyifle toprağın altına saklamıştık. Toprakla ne kadar bir süre yakınlaştığını tam olarak bilmiyor ama tahminimce altı saatten fazla olmamalı. Bir insan, bu Spade bile olsa, daha fazla canlı kalamazdı. Katalepsiyle en büyük yakınlığım Poe’nun öyküleriyle sınırlıdır ama altı saat makul görünüyor. İşin komik yanı toprağı elleriyle yararak çıktıktan hemen sonra bir tür satori yani aydınlanma yaşamış. O hızla kendini yollara vurmuş. Önce Floransa’ya ardından sırasıyla Roma, Paris, Viyana, Kudüs, Umtata, Kiev, Manaus, Bogota, Asuncion, Punta Arenas, Antananarivo, Nha Trang, Jaffna, Ulsan ve Bombay’a gitmiş. Ben bahsettiği yerlerin bazılarını haritada bulmakta zorlanırken o ne tür bir inançla o şehirleri buldu bilemiyorum. Ama öyle ya da böyle bulmuş. Dediğine göre de bu yolculuk ona çok şey katmış. Kendinden alıp götürdüklerini de bir tür hediye olarak kabul etmiş. Anlattıklarının bir kelimesine dahi inanmadım tabi. Her ne kadar onu görmediğim süre zarfında tüm bunları yapabilme şansına erişmiş olması ihtimali gözümden kaçmasa da benim yapmak isteyip de yapamadığımı gerçekleştirmesi sinirimi bozmuş olcak ki ona inanmadım. Keşke ona bunları ilk anlattığında inansaydım. Başıma bunca iş gelmezdi.

Şimdi durup bir düşünün. Adam, biz ona Spade diyelim, ölüyor, gömüldüğü mezardan altı saat sonra çıkıyor, kendini ve anlamını farkediyor, vakit kaybetmeksizin yollara düşüyor ve altıbuçuk yıl aradan sonra karşıma dikiliyor. Biliyorum, hiç de mantıklı değil. Fakat siz bunu bir de ona anlatmayı deneyin. Ben size söyleyeyim, hiç denemeyin. Bu hataya düştüm, düştüğüme de pişman oldum. Merak ederseniz diye bu hikayeyi daha sonra anlatırım, belki.

Sözünü bitirdiğinde yüzüne nasıl bakıyorduysam bana “Ne oldu?” diye sordu. Elimle yok bir şey gibisinden bir hareket yaptım. Sadece “İyi” dedi. Arkamı dönüp garsonu çağırdım. Bloody Mary istedim. Genç çocuk kafede içki servisi yapılmadığını belirtti. Ben de koyu, şekersiz bir kahve istedim. Bloody Mary’nin yerini tutacağını düşünmüştüm. Kahve gelene kadar hatta kahveden bir yudum alıncaya dek olarak düzeltelim biz onu, konuşmadım. Anlattıklarının üzerine kafein bende ani bir sarsıntıya yol açmış olmalı ki “E ne bok yemeye döndün?” dedim. Hata yaptığımı farketmiştim. Çok geçti. Masada bana fırlatacağı bir şeyler var mı diye baktım, yoktu. Yüzüne çevirdim gözlerimi. Kaşları çatılmış şekilde düşünceli görünüyordu.

“Önemli bazı konular ve bulmamız gereken bazı şeyler var. İvedi davranmamız gerekecek. Sana kısaca durumu anlatayım. Yalnız beni iyi dinlemelisin. Tekrarlarla uğraşacak kadar dahi vaktimiz yok.”

Sözünü kestim. “Neden ben?”

Şaşırma sırası ondaydı. Onu o kapıdan ilk girdiğinde büründüğüm görüntü karşımdaydı. İntikamın keyfinden, üstte olmanın verdiği gururdan büyülenmiştim.

“Sen… güvenebileceğim tek kişisin.”

İntikam mı beraberinde nefreti getirir yoksa intikamı besleyen nefret midir? Utanmıştım. Rengimin baştan ayağa değiştiğini duyumsuyordum. Sıkıntı bastı. Terlemem birden durdu. Buz küpleriyle çevrelenmiştim. Çığlığım boğazıma takıldı. Yüzüme dökülen saçlarım canımı acıtıyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiş parmaklarımı kırmaya çabalıyordum. Kesik kesik nefes alıp, mümkün olduğunca az ses çıkarmaya uğraşıyordum. Aklıma takılan eski bir şarkının sözlerine tutnup kaçmak istedim. Utanmıştım işte.

“Anlat” diyebildim sadece.

“Burada olmaz. Daha sakin bir yer bulmalıyız. Anlatacaklarım seninle benim sırrımız olacak. Başka kulaklara ihtiyacımız yok. Bildiğin güvenli bir yer var mı?”

Hesabı ödeyip kafeden ağır adımlarla çıktık. Kant felsefesindeki sentetik hükümlerden, silikon vadisindeki gelişmelerden, çiçek polenleri vasıtasıyla sinir gazı taşınıp taşınamayacağından ve Van Gogh’un eski kulağı kesiklerden olması üzerine yaptığımız bir dolu anlamsız sohbet bizi evimin kapısına varana dek idare etti. İkimiz de sıkılmamıştık sohbetimizden. Ne de olsa altıbuçuk yıl geçmişti aradan. Yavaş yavaş onun eksikliğini yaşamış olduğumu görüyordum. Özlemiştim onu. Kollarımda öldüğü günden bu yana başka biriyle böylesi anlamsız ve keyifli konuşamamıştım.

Apartmanın önünde durdu aniden. Dudaklarını büzüştürdü. “Evde içecek ne var?”

Eskiden de böyleydi. Kafası hızlı çalışır, aynı anda binbir farklı tilkiyle oynaşırdı.

“Sanırım sadece su var.” dedim. Birden gözlerinin içi parladı. Ağzını kulaklarına varırcasına açtı. “Bu iyi.” dedi. Her zamanki gibi anlamamıştım. Ama o beni anlamıştı. “Yani dikkatimizi dağıtacak bir şey yok evde.”

Omzuna dokunup hafifçe içeri ittim. Merdivenleri tırmanırken onu tekmelemek geçiyordu içimden. Küfürler savurup kafasını kaldırım taşlarına vurmak. Gerçekten özlemiştim onu.

Ev, evim berbat bir şekilde kokuyordu. Rutubet, alkol, sigara ve sıkıntı karışımı. Hiç aldırış etmedi buna. Salona geçip müzik setinin başında durdu. Göz ucuyla CD’leri karıştırıyordu. Bilir beni. CD’lerime ne kadar az dokunulursa ben o kadar çok mutlu olurum. Birçok arkadaşım onlara dokunmaz bile. Dinlemeyi arzuladıkları neyse bana söylerler, ben de onlar için çalarım. Ama o farklıydı. Onlara benim gibi bakabilen tek kişiydi. Anlamlandıramadığım bir hızla elini rafa uzatıp bir CD çekti ve neredeyse aynı hızla player’ın içine yerleştirdi. Endişelenmedim diyemeyeceğim. Bir an içim gitmişti; düşecek veya rafa çarpıp kırılacak diye. Neyseki dikkatli biridir.

Müzik başladığında gülümsedim. O, şarkıya eşlik ediyordu: “Is there anybody going to listen to my story all about the girl who came to stay”. Beatles eski hastalığımızdır. Gerçi birçok kişinin öyledir. Ama bizim için farklı bir anlamı vardır. Tanıştığımız gün gökten bir Beatles plağı düşmüştü. Ciddiyim. Arka sokaklardan birinde yürürken bir kadın çığlık çığlığa balkonundan Help albümünü atmıştı sokağa. Önce kadının şifreli olarak yardım istediğini düşünmüştük fakat şu söylediklerini duyunca bunun bir sevgili kavgasının sonlanmasına işaret ettiğini anlamıştık: “Beatles kadar bok düşsün kafana!” Güzel bir başlangıçtı bizim için.

“Başla artık anlatmaya” dedim fütursuzca. Şarkıya devam etti. Benimle hiç ilgilenmiyordu. Gözleri kapalı, ayağında ritim. Şarkı bittiğinde “Beatles için her zaman vakit vardır” dedi. Neredeyse ağlayacaktım. Başını avuçları arasına alarak oturdu. Ayalarıyla yüzüne ilginç bir masaj yapıyordu. Belli ki kendine gelmeye çalışıyor dedim fısıltıyla. Birkaç dakikanın ardından anlatmaya başladı:

“O günü net olarak hatırlıyorum.

Uyandığımda kemiklerim odayı sarmalayan soğukluk nedeniyle kırılacak gibiydiler. Kırılmasalar bile çatlayacak olmaları ihtimalinden epeyce ürkmüştüm. Güneş henüz ortalıkta yoktu ve alacakaranlığın verdiği o gizem duygusuyla kendimi siyah bir düzlemdeki siyah bir nesneyle özdeşleştirmiştim. Ne tür bir nesne olduğum neye yaradığım hangi maddeden yapıldığımdan çok neden varolduğum önemliydi. Ve sanki varoluşum yokluğumda saklıydı. Hafifçe doğruldum. Sırtım uzun yolculuklar yapmış birinin konfor gözetmeden kendini üzerine salıverdiği yataklardan sıkılmıştı. Hiç yapmadığı şeyi yaptı, ağrıdı. Boynumdan belime dek inen sancılara aldırış etmeyi düşünmüyordum.

Cama baktım. Buğulanmıştı. Varolduğumu kainata kanıtlamak istercesine, varlığın önemsizliğinin kadim zamanlardan şimdiye kadar değişmediğini vurgulamak istercesine parmağımı kaldırıp cama iki kelimeyi adeta kazıdım: Belgrano Sokağı.

Güne alışmamın uzun süreceğini hissediyordum.

Kaldığım yerde oyalanmadım pek. İhtiyaçlarımı giderdikten hemen sonra sokağa attım bedenimi. Ona gitmek için daha vaktim vardı. Havanın kararmasını beklemeliydim. Herhangi bir ters durum günışığında ortaya çıkmamalıydı. Gece her şeyin örtüsüdür.

Şehrin altını üstüne getirmeyi esasen planlamamıştım. Ama olanlara karşı duramıyor insan. Yapmayı sevdiğin her şeyi belki de yapmaman gereken zamanlarda yapıyor olmanın çekiciliğindendir bu. Eski alışkanlık, neredeyse tüm eskicileri dolaştım. Beni korkutan onun da benimle aynı zevki paylaşarak buralarda dolaşıyor olması ihtimaliydi. Her ne kadar ihtimaller yaşamın gidişatını belirliyorsa da bu seferki gidişatı belirleyen ben olacaktım. En ufak bir sorunla karşı karşıya kalmam katettiğim mesafelerin kısalığını gösterecekti ve ben buna hazırlamamıştım kendimi.

Akşamüstüne doğru tüm dikkatimi toplayıp evine doğru seyirttim. Gözlerimde, burnumun yanlarında, çenemin kulaklarıma değdiği yerlerde endişelerim birikmişti. Sorular, tasarılar, boşa çıkabilecek hesaplamalar… Her şey matematiksel bir kesinlikle oturtulmuştu yeryüzüne. Belki de yeryüzünü beynim olarak algıladığım içindi bu yanılgım. Yanıldığımı zannetmiyordum.

Dördüncü kata çıkan merdivenlerle cebelleşirken aklımda sadece oynayacağım oyunun ayrıntıları ve soyunduğum tanrı rolünün komikliği dolanıyordu. Kapıyı heyecanla çaldım. Açıldığında izin istemeye gerek duymadan içeri dalmıştım. Karşımdaydı işte. İlgiyle bakıyordu. Kıyafetimin sıradanlığına takıldığını sanmıyorum ama gözden kaçırmadığını da adım gibi biliyorum.

Konuşmaya başladığımızda önceden tasarladığım her kelimeyi tek tek değiştirdiğimi ayrımsadım. Kendimden bağımsız sarfediyordum cümleleri. Nereli olduğum konusunda, ne iş yaptığım ya da nerelerde bulunduğum konusunda akla hayale gelmeyecek doğrudan sapmalar gösteriyordum. Onca farklı şeyi nasıl birbirine bağladığıma hala şaşarım. Söylediklerim konusunda ciddi olup olmadığımı sorsaydı ne cevap verirdim bilemiyorum ama sormamış olması kontrolsüz bir yalan tufanı içinde sürüklenmemi sağlamıştı. Bir ara “tanrı kontrolünü kaybeder mi” diye düşündüğümü hatırlıyorum, sonra da “tanrı kontrolünü kaybetmeseydi varolabilirmiydik?” sorusuna gülümsediğimi.

- Neden gülümsüyorsunuz?

Oturduğum iskemlede kıpırdanıp elimi ceketimin cebine soktum.

- Evren elinizin altında olsa ve onu asla değiştiremeyeceğinizi bilseniz ya da ona asla alışamayacağınızı, ne yapardınız? Bu soru beni hep gülümsetmeyi başarmıştır.

Henüz ona verdiğim kitabı açmamıştı. Üzerindeki işlemeleri, yazıları ve olası hayatları inceliyordu.

- Evren o kadar büyük ki soru sormaktansa gözlerini yummayı tercih ediyor insan.

Yüzünde meraklı insanın korkutucu bakışlarını taşıyordu. Onunla karşı karşıya olmak, görmeyi başka türlü de becereceğini bilerek yüzüne bakıp konuşmak dünyanın en ücra köşelerini binlerce kez ama her seferinde yeniden keşfetmek kadar zevk veriyordu bana.

- On dokuzuncu yüzyıldan kalmalı, dedi.

Cevabımın peşi sıra açtı kitabın kapağını.

Bu noktadan sonra olanları anlatabilecek denli usta bir kalem tanımıyorum, belki bir kaç kişi olabilirdi ama onlar da çok önceleri öldüler. Evren veya daha küçük birimiyle doğa ürettiği mükemmel ŞEYlerin arkasından hep aynı devinimle farklı mükemmellikler üretse de genellikle biz bunun ya farkında olmuyoruz ya da farkına vardığımızda geç kalmış oluyoruz. Belki de bu nedenle ölüm bizim için bu kadar özel ve anlamlı.

O önünde açık olan sayfayı incelerken ben “Buna iyi bakın. Bir daha göremeyeceksiniz”, dedim.

Önce anlamamıştı. Sayfalardaki gezintisini ilerlettikçe kaşları kalktı. Yüzünde meraklı insanların ürkmüş bakışlarını taşıyordu. Kitap, çekiciliğini kullanmıştı. Her şeyiyle önünde, avuçlarının arasında duruyordu. Ama ona ne sahip olacaktı ne de enginliğinden yararlanacaktı. Hep yapıldığı, hep yaptığımız gibi ondan korkacak ve elindekinin değerini, “gerçek değerini” ona verecek düzeyde bilenlerden olmasına rağmen endişeleri üstün çıkacak ve merakı sonsuza dek bastırılacaktı. Yine de kesinlikle emin olduğum söylenemez. Anlattıklarım yalnızca yapmasını umduğum şeylerdi. Benden öncekiler de ben de aynını yaşamıştık.

Kitap sonsuz sayıda sayfadan oluşuyordu ve sonsuzluk dikkate değer ölçüde büyüktü.

- Her seferinde yenisiyle karşılaşıyorsak nasıl varlığın son bulacağını düşünebiliriz. Kainat sürekli biçimde kendini yeniliyor ve işlerlik açısından yineliyorsa daha ne kadar öteye gidebiliriz. Bu aslında uyanıkken yaşadığımız, belki de yaşamayı tercih ettiğimiz bir karabasan. Gözlerimizi yummak bizi bu karabasandan kurtaracak mı sizce?

Endişeleri dudaklarının kenarında öylece bekliyordu. Soluk alıp vermenin dışında yaptığı tek şey kitabın o an açık olan sayfasına dokunmaktı. Asla tekrarlayamayacağı bir durumu, bir anı yaşıyordu. Mutlu mu olmalıydı yoksa üzülüp ağlamalı mı?

Toparlandığında benim oradan gitmemi şiddetle arzulayacağını, kitapla baş başa kalıp sonsuz bir yolculuğa çıkmayı kafasında kuracağını bildiğimden lafı uzatmayı gereksiz buldum. Önerdiği parayı ve kitabı tereddütsüz kabul ettim ve oradan, onun yanından mümkün olduğunca çabuk ayrıldım. Kitabıyla yalnız kalmasını, düşlediği her şeyi bulma ümidiyle başına oturup varlıkla yokluk arasında bocalamasını ben de onun kadar istiyordum.

Onu bir daha hiç görmeyecektim.

Sokağa indiğimde hava iyice kararmıştı. Saati merak ederek yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi bitirmiştim. Herhangi bir amaç bana çok uzak görünüyordu artık. Belki de kendimi toprak bir küp’ün içine kapatıp denizin maviliğine atmalıydım. Gözden, gözün görebileceğinden ötelere gitmeliydim. Ta ki biri beni bulana, varlığın ve yokluğun anlamını geri verene dek.

Karanlığın içinde yine kapkaranlık hissettim. Nesnelerin anlam kazanması için varolduklarından emin olmak mı gerekiyordu? Sokaktaki bir lamba titrediğinde sorularla boşa vakit geçirdiğimi düşünüyordum. Lamba bir şeyleri vurgulamak istedi ve karanlığı da sessizliğe sürükledi. Anlam aramaktan, anlam yüklemekten bıktığımın ayırdına varıyordum yavaş yavaş. Gözlerim açık mıydı yoksa kapalı mı? Sonsuzluktaki noktalardan herhangi biriydim, gerisinin önemi kalmamıştı.

Gözlerimi gerçekten kapadım. Yolun, gecenin ortasında kıvrılarak ilerlediğini hayal ediyordum.”

Başlangıçta onu gömdüğümüz günden bahsediyor zannetmiştim. Hikayesinin devamı geldiğinde aynı gün içinde ikinci bir eski dostla, farklı bir şekilde karşılaşmanın sıcak hüznünü yaşıyordum. Az daha devam etseydi sulugözlüğüm tutacaktı yine. Söyleyecek söz kalmamıştı. “Borges seninle gurur duyardı” diyebildim.

Somurtarak baktı. “Yok yahu, olsa olsa ‘çük kafalı japon askeri’ derdi.”

Gülmeye başladım. O benden çok gülüyordu. Tıpkı Cingöz Recai’deki Ayhan Işık gibi, haykırırcasına. Ne kadar bir süre güldüğümüzü bilemiyorum. Durulduğumuzda neye güldüğümüzü bile unutmuştum ben. Hala Beatles çalıyordu, evin kokusu da aynıydı.

Durdum ve “Bi bok anlamadım” dedim. İkinci bir kahkaha tufanı kopması ihtimaline hazırlamıştım kendimi ama olmadı. Hemen konuya girmek niyetindeydi. Koltuğa yerleşmesi, mimikleri, soluk alıp verişi belli ediyordu. İster istemez toparlandım. Tüm ciddiyetimle onu dinlemeye hazırdım. Ne çıkacağını merak ediyordum. Aklım hikayesine takılmıştı ve o bekleyiş anlarında hikayeye bağlayabileceği konuları düşünüyordum. Tanıdığım adam herhangi bir şeyi buna bağlayabilirdi. Bu yüzden de boşa çaba sarfediyordum. Bilmeme rağmen gene de tahmin yürütmekten geri duramıyordum.

“Şimdi üzerinde bulunduğumuz şehir...” diye başladı konuşmaya. Bir an onun palyaço kılığına girmiş bir öğretmen olduğu fikrine kapılmıştım. Neyseki uzun sürmedi. “…gizemler barındıran, onlarla var olan bir şehir. Her zaman gözden kaçan, başka önemli şehirler yüzünden pek aldırış edilmeyen, unutulduğu için haksızlığa uğrayan bir şehir.” Hak vermiştim bu dediğine, benim fikrim koca şehir için ne kadar önemliyse. “Yolculuklarım sırasında bir şeyi farkettim. Bu şehir ya dünyanın merkezi ya da ondan daha önemli. Aslında tam olarak ne olduğunu bildiğimi düşünüyorum ama bunu sana açıklamak için henüz vakit var. Önce düşüncemden emin olmalıyım. Bunun için de yardımına ihtiyacım. Lütfen bunu basit bir gizem araştırması olarak düşünme. Bu çok daha derin. İçeriye ve belki aşağıya inmekle alakalı. Kendi dehlizlerimize. Korkularımıza yapacağımız bir tür yolculuk. Sonuçta bulacağımız şey yine kendimiz olacağız, bunu da biliyorum. Ama denemeliyiz. Emin olmalıyız. “ Sözü burada bıraktı. İştahla bana bakıyordu. Afrika’da bulunmuş olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Hatırla dedim kendime. “Tam da bununla alakalı işte” dedi. “Hatırlamak, bilmek ve olmakla.”

Şok geçiriyordum. Aklımı okuyordu.

Bayılmışım. Kendime geldiğimde korkudan titriyordum. Yanımda oturmuş buğulu gözleriyle bakıyordu. Elimi tuttu. Dokunuşu çok yumuşaktı. Kendimi güvende hissettim. Sorularla boğuşurken güvende olmak insanı kendine getiriyor. Oda üstüme kapanıyordu ama rahattım. Sıcaklığı bana güç veriyordu. Doğrulmak istedim, izin vermedi. Zaten kalkacak durumda da değilmişim. Yaptığım küçük bir hareket beni oldukça yormuştu. Konuşmaya çabalamanın da anlam ifade etmeyeceğini biliyordum. Bilmek! Bir yanılsama mı? Peki ya anlam?

Kaldık öylece. Bana binyıllar gibi gelmişti. Midem bulanıyordu. Hala korkuyordum.

“Böyle etkileneceğini düşünmemiştim” dedi içime bakarak

“Ben senin aklını okusaydım sen nasıl olurdun?”

“Aklını okumak mı? Ne yani aklını okuduğumu mu zannettin?”

Gene anlamamıştım. Tesadüf müydü bu? “Kapatalım bu konuyu ama bana şunu söyle, insanların aklını okuyabiliyor musun?”

Güldü. “İnan bunu çok isterdim.” Durdu bir süre. “Yani şimdi sen anlattıklarımdan değil de aklını okuduğumu düşündüğünden mi bayıldın?”

Başımı sallamakla yetindim. Komik bir durumdaydım. Ama altıbuçuk yıl ölü olduğunu bildiğiniz biri karşınıza dikilse ve sizin düşündüğünüz son şeyi dillendirse siz ne düşünürdünüz?

“Şimdi uyu, yarın devam ederiz.” Akşamın son sözleriydi bunlar.

Sayfa 1863

“O günü net olarak hatırlıyorum.

Uyandığımda kemiklerim odayı sarmalayan soğukluk nedeniyle kırılacak gibiydiler. Kırılmasalar bile çatlayacak olmaları ihtimalinden epeyce ürkmüştüm. Güneş henüz ortalıkta yoktu ve alacakaranlığın verdiği o gizem duygusuyla kendimi siyah bir düzlemdeki siyah bir nesneyle özdeşleştirmiştim. Ne tür bir nesne olduğum neye yaradığım hangi maddeden yapıldığımdan çok neden var olduğum önemliydi. Ve sanki var oluşum yokluğumda saklıydı. Hafifçe doğruldum. Sırtım uzun yolculuklar yapmış birinin konfor gözetmeden kendini üzerine salıverdiği yataklardan sıkılmıştı. Hiç yapmadığı şeyi yaptı, ağrıdı. Boynumdan belime dek inen sancılara aldırış etmeyi düşünmüyordum.

Cama baktım. Buğulanmıştı. Var olduğumu kainata kanıtlamak istercesine, varlığın önemsizliğinin kadim zamanlardan şimdiye kadar değişmediğini vurgulamak istercesine parmağımı kaldırıp cama iki kelimeyi adeta kazıdım: Belgrano Sokağı.

Güne alışmamın uzun süreceğini hissediyordum.

Kaldığım yerde oyalanmadım pek. İhtiyaçlarımı giderdikten hemen sonra sokağa attım bedenimi. Ona gitmek için daha vaktim vardı. Havanın kararmasını beklemeliydim. Herhangi bir ters durum günışığında ortaya çıkmamalıydı. Gece her şeyin örtüsüdür.

Şehrin altını üstüne getirmeyi esasen planlamamıştım. Ama olanlara karşı duramıyor insan. Yapmayı sevdiğin her şeyi belki de yapmaman gereken zamanlarda yapıyor olmanın çekiciliğindendir bu. Eski alışkanlık, neredeyse tüm eskicileri dolaştım. Beni korkutan onun da benimle aynı zevki paylaşarak buralarda dolaşıyor olması ihtimaliydi. Her ne kadar ihtimaller yaşamın gidişatını belirliyorsa da bu seferki gidişatı belirleyen ben olacaktım. En ufak bir sorunla karşı karşıya kalmam katettiğim mesafelerin kısalığını gösterecekti ve ben buna hazırlamamıştım kendimi.

Akşamüstüne doğru tüm dikkatimi toplayıp evine doğru seyirttim. Gözlerimde, burnumun yanlarında, çenemin kulaklarıma değdiği yerlerde endişelerim birikmişti. Sorular, tasarılar, boşa çıkabilecek hesaplamalar… Her şey matematiksel bir kesinlikle oturtulmuştu yeryüzüne. Belki de yeryüzünü beynim olarak algıladığım içindi bu yanılgım. Yanıldığımı zannetmiyordum.

Dördüncü kata çıkan merdivenlerle cebelleşirken aklımda sadece oynayacağım oyunun ayrıntıları ve soyunduğum tanrı rolünün komikliği dolanıyordu. Kapıyı heyecanla çaldım. Açıldığında izin istemeye gerek duymadan içeri dalmıştım. Karşımdaydı işte. İlgiyle bakıyordu. Kıyafetimin sıradanlığına takıldığını sanmıyorum ama gözden kaçırmadığını da adım gibi biliyorum.

Konuşmaya başladığımızda önceden tasarladığım her kelimeyi tek tek değiştirdiğimi ayrımsadım. Kendimden bağımsız sarfediyordum cümleleri. Nereli olduğum konusunda, ne iş yaptığım ya da nerelerde bulunduğum konusunda akla hayale gelmeyecek doğrudan sapmalar gösteriyordum. Onca farklı şeyi nasıl birbirine bağladığıma hala şaşarım. Söylediklerim konusunda ciddi olup olmadığımı sorsaydı ne cevap verirdim bilemiyorum ama sormamış olması kontrolsüz bir yalan tufanı içinde sürüklenmemi sağlamıştı. Bir ara “tanrı kontrolünü kaybeder mi” diye düşündüğümü hatırlıyorum, sonra da “tanrı kontrolünü kaybetmeseydi varolabilirmiydik?” sorusuna gülümsediğimi.

- Neden gülümsüyorsunuz?

Oturduğum iskemlede kıpırdanıp elimi ceketimin cebine soktum.

- Evren elinizin altında olsa ve onu asla değiştiremeyeceğinizi bilseniz ya da ona asla alışamayacağınızı, ne yapardınız? Bu soru beni hep gülümsetmeyi başarmıştır.

Henüz ona verdiğim kitabı açmamıştı. Üzerindeki işlemeleri, yazıları ve olası hayatları inceliyordu.

- Evren o kadar büyük ki soru sormaktansa gözlerini yummayı tercih ediyor insan.

Yüzünde meraklı insanın korkutucu bakışlarını taşıyordu. Onunla karşı karşıya olmak, görmeyi başka türlü de becereceğini bilerek yüzüne bakıp konuşmak dünyanın en ücra köşelerini binlerce kez ama her seferinde yeniden keşfetmek kadar zevk veriyordu bana.

- On dokuzuncu yüzyıldan kalmalı, dedi.

Cevabımın peşi sıra açtı kitabın kapağını.

Bu noktadan sonra olanları anlatabilecek denli usta bir kalem tanımıyorum, belki bir kaç kişi olabilirdi ama onlar da çok önceleri öldüler. Evren veya daha küçük birimiyle doğa ürettiği mükemmel ŞEYlerin arkasından hep aynı devinimle farklı mükemmellikler üretse de genellikle biz bunun ya farkında olmuyoruz ya da farkına vardığımızda geç kalmış oluyoruz. Belki de bu nedenle ölüm bizim için bu kadar özel ve anlamlı.

O önünde açık olan sayfayı incelerken ben “Buna iyi bakın. Bir daha göremeyeceksiniz”, dedim.

Önce anlamamıştı. Sayfalardaki gezintisini ilerlettikçe kaşları kalktı. Yüzünde meraklı insanların ürkmüş bakışlarını taşıyordu. Kitap, çekiciliğini kullanmıştı. Her şeyiyle önünde, avuçlarının arasında duruyordu. Ama ona ne sahip olacaktı ne de enginliğinden yararlanacaktı. Hep yapıldığı, hep yaptığımız gibi ondan korkacak ve elindekinin değerini, “gerçek değerini” ona verecek düzeyde bilenlerden olmasına rağmen endişeleri üstün çıkacak ve merakı sonsuza dek bastırılacaktı. Yine de kesinlikle emin olduğum söylenemez. Anlattıklarım yalnızca yapmasını umduğum şeylerdi. Benden öncekiler de ben de aynını yaşamıştık.

Kitap sonsuz sayıda sayfadan oluşuyordu ve sonsuzluk dikkate değer ölçüde büyüktü.

- Her seferinde yenisiyle karşılaşıyorsak nasıl varlığın son bulacağını düşünebiliriz. Kainat sürekli biçimde kendini yeniliyor ve işlerlik açısından yineliyorsa daha ne kadar öteye gidebiliriz. Bu aslında uyanıkken yaşadığımız, belki de yaşamayı tercih ettiğimiz bir karabasan. Gözlerimizi yummak bizi bu karabasandan kurtaracak mı sizce?

Endişeleri dudaklarının kenarında öylece bekliyordu. Soluk alıp vermenin dışında yaptığı tek şey kitabın o an açık olan sayfasına dokunmaktı. Asla tekrarlayamayacağı bir durumu, bir anı yaşıyordu. Mutlu mu olmalıydı yoksa üzülüp ağlamalı mı?

Toparlandığında benim oradan gitmemi şiddetle arzulayacağını, kitapla baş başa kalıp sonsuz bir yolculuğa çıkmayı kafasında kuracağını bildiğimden lafı uzatmayı gereksiz buldum. Önerdiği parayı ve kitabı tereddütsüz kabul ettim ve oradan, onun yanından mümkün olduğunca çabuk ayrıldım. Kitabıyla yalnız kalmasını, düşlediği her şeyi bulma ümidiyle başına oturup varlıkla yokluk arasında bocalamasını ben de onun kadar istiyordum.

Onu bir daha hiç görmeyecektim.

Sokağa indiğimde hava iyice kararmıştı. Saati merak ederek yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyi bitirmiştim. Herhangi bir amaç bana çok uzak görünüyordu artık. Belki de kendimi toprak bir küp’ün içine kapatıp denizin maviliğine atmalıydım. Gözden, gözün görebileceğinden ötelere gitmeliydim. Ta ki biri beni bulana, varlığın ve yokluğun anlamını geri verene dek.

Karanlığın içinde yine kapkaranlık hissettim. Nesnelerin anlam kazanması için varolduklarından emin olmak mı gerekiyordu? Sokaktaki bir lamba titrediğinde sorularla boşa vakit geçirdiğimi düşünüyordum. Lamba bir şeyleri vurgulamak istedi ve karanlığı da sessizliğe sürükledi. Anlam aramaktan, anlam yüklemekten bıktığımın ayırdına varıyordum yavaş yavaş. Gözlerim açık mıydı yoksa kapalı mı? Sonsuzluktaki noktalardan herhangi biriydim, gerisinin önemi kalmamıştı.

Gözlerimi gerçekten kapadım. Yolun, gecenin ortasında kıvrılarak ilerlediğini hayal ediyordum.”